Bugün
size yılın bol oscarlı filmi “Suyun Sesi’nden bahsetmek istiyorum. Öncelikle
belirtmeliyim ki, alt okuması oldukça fazla, çarpıcı bir fim “Suyun Sesi”. Tabi
yönetmeninin bol canavarlı filmlerin yaratıcısı olan Guillermo Del Taro olması
hayli enteresan bir tablo çıkarıyor karşımıza.
Söylemeliyim
ki, filmdeki kahramanlar birbirleriyle kıyaslandığında oldukça ironik bir durum
ortaya çıkıyor.Filmdeki kadın kahraman Elsa ne kadar sıradan - hatta sokakta görsek dönüp
bakmayacağımız- bir tipse erkek kahraman da bir o kadar sıra dışı ve
alışılmadık. Diğer taraftan Guillermo filmin senaryosunu Elsa için yazdığını
söylemiş. Yazının ilerleyen bölümünde Elsa’nın taşıdığı özelliklere
baktığımızda bu çok isabetli geliyor.
Filmin
ana konusu sevgi olmakla birlikte satır aralarında birçok konu barındırıyor. Sevgi,aşk,farklılıklar,ötekileştirme,insani
değerler, yalnızlık, cinsellik vs.
Filmin
kadın kahramanı –hatta ben ona baş kahramanı diyeceğim- Elsa konuşma engeli
olan biri. Kendine ait küçük bir dünyası ve sıradan bir hayatı var. Tıpkı
kendisi gibi. Ancak filmin ilerleyen karelerinde aslında bunun hiç de öyle
olmadığını görüyoruz. Tabi daha fazla ayrıntıya girmeyip, sizi filmi heyecanla
izleme zevkinden mahrum bırakmayacağım.
Filmdeki
en önemli vurgu sevgi üzerine. İnsan tüm farklılıklara, imkansız gibi görünen
tüm şartlara rağmen –ki benim sözlüğümde imkansız kelimesi mevcut değil-
birbirini koşulsuzca sevebilir mi.? Ben bunu kendi adıma deneyimledim. Sanırım
bu yüzden filmde kendimden de bir parça buluyorum. Film ilerledikçe siz de bu
soruyu kendinize sormaya başlıyorsunuz. Eminim bu soruya herkesin cevabı farklı
olacaktır. Neden derseniz; duyguların, kavramların tanımları üzerine insanlar
arasında ortak bir anlaşma olduğu gibi aslında herkes kendi perspektifinden
yorumlar her şeyi.
Yoğun
duygular içeren filmde cinsellik de eksik değil tabi. Bu, Elsa üzerinden o
kadar doğal anlatılıyor ki, tabu olmaktan çıkıveriyor bir anda. Ayrıca
birbirini seven iki varlık arasında sevginin, paylaşmanın ve bütünleşmenin en
güzel, en doğal hali olarak ortaya çıkıyor.
Bu
durum hem yumurta hem de su imgesiyle destekleniyor. Su tıpkı rahim gibi
hayatın başladığı yer aslında. Bilimsel açıklamalar ve birçok öğretiye göre de
hayat su ile başlar. Anne karnına düşmemiz bile suyun sayesindedir. Yine
yumurta da hem cinsellik hem de yaşamın başlangıcı ile ilgili, yaşam için
önemli bir sembol.
Buradan
filmde kullanılan, hemen her karede yer alan su imgesine değinmek istiyorum.
Yukarıda da bahsettiğim gibi su hayatla, yaratımla ilgilidir. Su olmadan hiçbir
şey olmaz. Bunun yanı sıra çok önemli bir arınma aracıdır. Filmde bu yönde
kullanıma çok rastlamıyoruz.
Diğer
taraftan su bilinçaltını temsil eder. Bir nev’i duygularla ilgilidir. Suyun
altı derinlerde sakladığımız kayıtların tutulduğu yerdir. O yüzden suyun
altında yaşan canlılar bilinçaltı ile ilişkilendirilir. Filmde de Elsa’nın aşık
olduğu farklı türden varlık normalde suyun altında yaşıyor. Filmin gidişatında
bu noktanın atlandığını sanmıyorum.
Filmde
hakim olan renk olan mavi renk aynı zamanda suyun rengi olarak da kullanılmış.
Biliyoruz ki, suyun bir rengi yok ama
yansıtma özelliği var. Guillermo filmlerinde belirgin olarak bir renk kullanan
bir yönetmen. Renklerin simgesel gücünden yararlanıyor. Burada “mavi”yi içsel
huzur, masumiyet ve umut olarak kullandığını düşünüyorum. Ayrıca mavi iletişimin
de rengi. Bu açıdan önemli. Elsa’yı gözlemlendiğimizde kendi içinde bir bütüne
ulaşmış, kolay akan bir enerjisi olan biri olarak karşımıza çıktığını
görüyoruz.
Ötekileştirme
de filmde ön planda olan konulardan biri. Filmdeki karakterler genel olarak
toplumdan farklı kişiler. Elsa duyma engeli olan biri. Farklı türden olan
varlık için zaten söyleyecek bir şey yok. Elsa’nın en yakın dostu bir eşcinsel
vs. Bu kişilerin hepsi hor görülüyor ve dışlanıyorlar. Burada yönetmenin bu
duruma karşı titiz bir eleştirisinin olduğunu görüyoruz. Aslında burada farklı
bir şey daha var. İnsanlar gerçekle yüzleşmekte zorlandıklarında hayal
güçlerine sığınıyorlar. Orada her şey yolunda ve mümkün. Yönetmenin “Pan’ın
Labirenti” filminde de aynı durumu görüyorum. “Pan’ın Labirenti” seyrettiğim en
iyi filmlerde biri. Bu arada yönetmenin birbirine en çok benzeyen filmleri “Pan’ın
Labirenti” ve “Suyun Sesi”dir herhalde. Bitiş şekilleri bile benzer.
Değinmeden
geçemeyeceğim. Filmde dikkat çeken konulardan biri de kadının gücü ve cesareti.
“Suyun Sesi” gerçekle masalın karışımı görsellikle de desteklenen harika bir
film. Masal yönünden bakıldığında bir farklılık göze çarpıyor. Klasik
masallarda -Pamuk Prenses, Sinderella,
Kurbağa Prens vs.- hep bir erkeğin kadını kurtardığını ve hayata döndürdüğünü
görüyoruz. Oysa bu filmde durum oldukça farklı. Sonu için konuşmuyorum çünkü
oradaki vurgu farklı bir şeye işaret ediyor. Öte yandan filmin gerçeklikle bağlantısı yönünden de
bu algının yıkıldığını görüyoruz. Suyla ve yumurtayla dişil enerjinin
desteklendiği formatta durumun farklı olması da beklenemezdi zaten.
Bakış
açınıza farklılık getirmesi dileğiyle iyi seyirler.