24 Şubat 2019 Pazar

YAŞAMANIN ANLAMI




            Bu güzelim kar havasında pencerenin kenarına oturup, ara ara kitabımı okuyup ara ara da dışarıyı izlerken, benim için yaşamanın anlamı aslında ne demek diye düşünmekten kendimi alamadım. O kadar güzel ve dingin bir hali var ki doğanın, ister istemez insanı kendi içine döndürüyor. Tabi fırsatı kaçırmayıp bu konuda hissettiklerimi sizinle paylaşmak istedim.
            Benim için sahip olduklarını sevmektir yaşamanın anlamı. Sevdiklerine sıkıca sarılabilmektir. Koca bir nefes çekip içine, senin payına düşeni almaktır ve şükretmektir hayatına canlılık vereni alabildiğin için. Her şeyle bir olmaktır aslında nefes almak bir nev’i, bir bütünün parçası olmak.
             Ne olursa olsun kendi merkezinde kalabilmektir bundan daha iyisi nasıl olur diye sorarak. Her deneyimi bir başarı olarak görmektir. Yeniden başlamaktır seçimlerini değiştirip. Başına gelenler yüzünden kendini kurban olarak görmekten, kendini kahraman ilan etmeye geçmektir. Seçimle burada olduğumuzu bilmektir. Bu yüzden iyiyi de kötüyü de aynı şekilde karşılamaktır. Bunun en yüce hayrına olduğunu, değişim ve dönüşümüne hizmet ettiğinin farkında olmaktır.
            Akışta kalabilmek, olanı kabullenmektir. Hayatın ritmi, kalp atışı olmak, sen olmazsan hiçbir şeyin olmayacağını bilmektir.
            Yaratmak, üretmektir katkı sağlamaktır hayata. Sana verilenleri ziyan etmemektir, fark yaratmaktır ki, insanda ne büyük emek var.
            Kendi içine yolculuk yapıp kendini dinleyebilmektir. Kendin olmaktır. Kendini ifade edebilmektir, inandığın gibi yaşamaktır. Aynaya bakıp “Seni seviyorum, olduğun gibi kabul ediyorum.”diyebilmektir. Kendi gücünü bilmek, kendine inanmaktır.
            Sevdiklerinle bir arada olup, onların da kendileri olmalarına izin vermektir yargılamadan. Ve hatta yargıyı tamamen çıkartmaktır hayatından.  Güvenebilmektir kendine, insanlara ve Yaradana.
            Her insanın farklı bir dünya olduğunu bilmek, kendi dünyan ile onların dünyası arasında denge kurabilmektir.
            Kendi başına yürümektir kimi zaman da. Bilmediğin yollarda dolaşmak, tanımadığın insanlara gülümsemek.
            Hayır diyebilmektir istemediklerine  ve de evet diyebilmektir tüm riski göze alıp delice arzuladıklarına.
            Özgür olmaktır, bir kuşun kanadında yolculuk edebilmek korkusuzca. Umut etmektir. Başlangıç ve sonun olmadığını, sadece madde ve deneyimlerin sürekli değiştiğini ve dönüştüğünü ve her şeyin olasılık dahilinde olduğunu bilmektir.
            Bildiğini söylemek, bilmediğini konuşmamaktır. Yapabildiğinin en iyisini yapmaktır.
            Karşılıksız yardım etmektir bilinmeden, görünmeden.
            Varsayımda bulunmamaktır insanlar ve olaylar hakkında, hiçbir şeyi kişisel algılamamaktır.  Gerektiğinde özür dileyebilmektir.
            Sevebilmektir sınırsızca, sıcacık bir eli tutabilmektir. Birbirine yaslanmadan ama destek olarak ileriye birlikte yürüyebilmektir, paylaşabilmektir hayatı; başka biriyle olmanın kolay olmadığı ama bunun neşeli ve zevkli bir yol olduğunun bilinciyle… Birlikte büyümektir kaybetme korkusu olmadan. Sevgiyle avucunda tutmak ama  nefes almasını engelleyecek kadar sıkmamak ve gitmek istediğinde bir kuş misali özgür olmasına izin vermek.  Her şeyin gerçekte bize ait olduğunun ama aslında hiçbir şeye sahip olmadığımızın bilinciyle...
            Bir çocuğun masumiyetidir, çocuğuna sıkıca sarılabilmektir. Onun da farklı bir birey  ve seçimleri olduğunu bilmek ve saygı duymak.
            Hata yapma hakkının olduğunu bilmek, deneyimi ve ne öğrendiğini görmek, buna göre seçeneklerini değiştirip tekrar başlayabilmektir.
            Her sabah yeni bir maceraya başlar gibi başlamak hayata, hem heyecanlı hem dingin.
            Her akşam günü değerlendirmek öğrendiklerini görüp, öğrenmediklerini öğrenmek için niyet etmek.
            Kitap okumaktır coşkuyla, kitabın kahramanı olmak. Öylesindir de zaten.
            Hiçbir şeyin kaybolmadığını, bir bütünün parçası olduğunu, bu yüzden ayrılık diye bir şey olmadığını bilmektir bu dünyada olmasa bile sevdiklerin. Onlarla yaşadığın her ana şükretmektir.
            Dinlemektir kimi zaman hatta çoğunlukla, insanları ve sessizliği dinlemek.
            Hayat amacını bulmak, onu gerçekleştirmektir; ışıltını ve enerjini yaymak çevrene.
            Sevginin sınırsız olduğunu ve sevmenin birden çok şekli ve yolu olduğunu bilmek, anlamaktır.
            Liste uzun. Bunlar benim hissettiklerim ve düşündüklerim. Kalanını size bırakıyorum. Huzur ve mutlulukla kalın…


24 Aralık 2018 Pazartesi

ŞAHANE HAYAT



            Her yeni yıl, yeni kararlar almak, hayatımızı gözden geçirmek için harika bir fırsattır. Hayatım boyunca hep böyle düşünmüşümdür, yeni yılı bir başlangıç noktası olarak…  Böyle düşünmemde etkili olan şeylerden biri de 1946 yapımı “Şahane Hayat” filmi sanırım. Kendimi bildim bileli sinemaya meraklıyımdır. Bu filmi seyrettiğimde de oldukça küçüktüm diye hatırlıyorum ve filmin verdiği mesaj beni çok etkilemişti.  O zamandan beri her yıl, yılbaşı öncesi mutlaka bu filmi izlerim. Öncelikle söylemeliyim ki, şekle ve kompozise edilen kültüre değil, içeriğe odaklanın. Film insanın değeri ve dünyada bulunma sebebi ile ilgili harika mesajlar veriyor. Bu her öğretide ve kültürde kabul edilen bir şey zaten. Filmi bu yönüyle değerlendirin, dini bir bayramın kutlanması vs. şeklinde değil. Kaldı ki, bu durum filmde mesajın çok gerisinde kalıyor. Şekle takılıp içeriği gözden kaçırmayın derim.
            Bana göre “Şahane Hayat” Frank Capra’nın en iyi filmi. Sanırım sinema çevreleri ve eleştirmenler de bu konuda hemfikirdir. Ayrıca filmdeki başrol oyuncusu James Stewart da benim favori oyuncularımdan biri olmuştur hep. Hemen belirteyim ki, benim için Hitchcock filmleri vazgeçilmezdir ve bu filmlerin en iyilerinde başrol oyuncusu James Stewart’dır. Bu durum da beğenimde büyük bir etki yapmıştır diye düşünüyorum.
            Filmde insanın rastgele dünyaya gelen bir varlık olmadığı, bir misyonun olduğu konusuna vurgu yapılıyor. Burada kod ve desen farkına değinip geçmek istiyorum. Farkında olmasak da makro anlamda ortak bir planı gerçekleştirirken, mikro olarak da tekamüllerimiz açısından birbirimize görünmez iplerle bağlıyız. “Entropi” kavramıyla da bunu açıklamak mümkün aslında. “Merkezde ve Dengede Kalmak” adlı yazımda bu kavram üzerinde ayrıntılı olarak durmuştum. Dilerseniz blog sayfamdan ve web sitesi üzerinden yazımı okuyabilirsiniz.
            Diğer taraftan, bu film kader ve alternatif evren ile ilgili filmlerin de babası sayılır. Bu açıdan da önemini belirtmek isterim. Filmde kaderin ne olduğu, insanın hayatını nasıl etkilediği ve oluştaki önemi üzerinde duruluyor. Yine kader bağlamında, oluşta değişen küçücük bir şeyin bile bütünü nasıl etkilediğine değiniliyor.“Kelebek Etkisi” vb. gibi filmlerden bunu hatırlarsınız. Bu açıdan da yenilikçi bir film. Alternatif evren mantığı da burada devreye giriyor aslında.
            Çekildiği döneme göre olağanüstü bir film “Şahane Hayat”. Oyunculuk, kurgu verdiği mesaj benzersiz bence. Eleştirilecek noktalar da yok mu? Var elbette. "Hayatını başka insanların hayatı için feda edenler yüce varlıklardır" anlayışı bana pek uygun değil. Kişinin önceliği belli sınırlar içinde daima kendisi olmalıdır. Kendisini sevmeyen, ön plana koymayan, sınırlarını koruyamayan insan ne kendini ne de başkalarını mutlu edebilir. Bu demek değil ki, ben her şeyin merkezi olmalıyım, hep kendimi düşünmeliyim. Hayır, söylemek istediğim bu değil. Ben sadece insanın kendi sınırlarını ihlal edecek şekilde dengeyi bozmaması gerektiğini düşünüyorum. Hayat bize bir hediye olarak verilmişken bunu kabul etmemek, kendini geri plana atarak mutlu olmamak bir kayıp değil mi? Bir insanın kaderinin oluşumunda bile nasıl bir emek var bir düşünün. Akıl almaz bir insan ve olay ağı... Öte yandan, filmde eleştirdiğim bu durum, "iyi insanlar ödüllendirilir" şeklindeki anlayışla kısmen de olsa dengelenmiş.  
            Yeni yılda kendinizin ve sevdiklerinizin değerini daha iyi anlamanız ve mucizelerle dolu bir yıl geçirmeniz dileğiyle iyi seyirler. Sevgiyle kalın.

9 Aralık 2018 Pazar

ÖZGÜRLÜK VE SORUMLULUK




            Özgürlük ve sorumluluk hayatımızda çok önemli yeri olan iki kavram. Bu iki kavramın birbiriyle zıt düştüğü, kesiştiği noktalarda başımıza ne büyük dertler açıldığını kendi hayatlarımızdan biliyoruz.
            Özgürlük-sorumluluk dengesi bozulduğunda, hayatımız da yavaş yavaş raydan çıkar. İşimizde, özel ilişkilerimizde, aile yaşamımızda, arkadaşlık, dostluk bağında da bu kural değişmez. Özgürlük ve sorumluluk bizi ayakta tutacak şekilde dengede olmalıdır.
            Hepimizin hayatında çözümlenmemiş şeyler vardır. Huzur ve dengede yaşamak için zıt eğilimleri birleştirmeyi amaçlarız. Böylece dengeyi bulmaya gayret ederiz. Farkındaysanız denge kelimesini çok kullanıyorum. Çünkü bu kavramları uzlaştıracak tek şey kuracağımız dengedir.
            En geniş anlamıyla sorumluluk, bir insan ya da durum karşısında uygun tepkiyi gösterme becerisidir. Özgürlük ise temel anlamda herhangi bir bağlılığa karşıyken, sorumluluk ise bunun tam tersi gibi görünebilir gözümüze. Oysa ki, hem özgürlüğümüzü, kendi sınırlarımızı korumak hem de sorumluluklarımızı yerine getirmek mümkün. Hatta bunun çok kolay ve zevkli olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki bu, insana inanılmaz  özgüven kazandıran bir durum. Sorumluluk, bizim hayat yolculuğumuz içinde üzerimize düşen görevleri yerine getirmemizi sağlar. Aynı zamanda bizi hayatın içinde aktif tutan bir unsurdur. Sanırım hiçbir işimiz ve sorumluluğumuz olmasa, hayattan kopar ya da kendimize olmadık sorumluluklar icat ederiz. Bu, insanın doğasında var.
            Diğer taraftan, değersizlik, yetersizlik duygusu taşıyan ve sürekli olarak kabul edilme, onaylanma kaygısı olan insanlar, tatmin duygusunu yaşayabilmek için özgürlüklerinin sınırlarını çiğneyip/çiğnetip bu dengeyi aleyhlerine olacak şekilde bozabiliyorlar. Tabi zorunlulukların olduğu durumlar da var. Elbette bu durumları göz ardı etmiyorum. Bu istisnai durumlarda yapılacak en iyi şey mevcut durumu kabullenip, varsa alternatif çözümlere ve deneyimin altında egemen olan duyguya odaklanmak. Diğer bir ifadeyle deneyimin asıl kaynağına…
            Bunların dışında kişi kendi sınırlarını koruyor, karşısındaki kişilerin sınırlarına riayet ediyorsa özgürlük-sorumluluk dengesinin bozulması çok olası değil. Bu sınırı korumak konusunda ise bize yardımcı olan şeylerin başında “Hayır” kelimesi geliyor. Tabi bu kelimeyi her önünüze gelen yerde kullanın demiyorum. Dengeyi kurabilen sınırı da fark eder zaten. Hayatımızda önemli yer kaplayan iki kelimenin  -evet/hayır- hakkını verin lütfen. Asıl sihir bu iki kelimede.
        İlişkilerde de en çok sıkıntı bu iki kelimenin yerinde kullanılmamasından  kaynaklanıyor aslında. İlişkilerimizi yürütmek , yalnız kalmamak, dışlanmamak vs. gibi bir çok şey için özgürlüğümüzden taviz verebiliyoruz. Bu dengeyi koruyamamaktan korktuğu için partner ilişkisinden kaçınan insanların sayısı hiç de az değil. Bu durumu salt partner ilişki açısından da düşünmemek gerekir. Arkadaşlık, ebeveyn , eş , çocuk , iş vb. ilişkilerde de söz konusu kavramlar birbirinden bağımsız gibi görünse de aslında aynı mantık çerçevesinde işliyor.
          Özgürlük, yaratanın insan bahşettiği en güzel duygulardan biri. Tüm dini öğretilerde/öğretilerde üç aşağı beş yukarı insanın özgürlüğüne  üstüne basa basa vurgu yapılır.Kişi seçimlerinde özgürdür ve bunu göre değerlendirilir.Çünkü burada da  önemli olan insanın kendisine ve diğer insanlara olan sorumluluğunu özgür seçimleri çerçevesinde ne kadar yerine getirip getirmediğidir. Deneyim bu yolla oluşur ve paha biçilmezdir.
         Öte yandan bir insana kendi özgürlük sınırını aşacak şekilde sorumluluk yüklenmesi ya da bir insanın bu ölçüde sorumluluk alması bir nev’i seçim hakkının kısıtlanması anlamına gelir. Bu da her öğretide şiddetle karşı çıkılan bir durumdur. Zira bu durum tekâmüle engel teşkil eder.
            Her insanın tekamül etmek/gelişmek için bir ruh planı vardır. Siz kendi özgürlük alanınızı çizin ve bu sınırı aşmayacak şekilde gereken sorumluluklarınızı yerine getirin. Bırakın insanların ne düşündüğünü. Mutlu ve  huzurlu olup olmadığınızı bilecek tek kişi sizsiniz. Herkesin deneyimini kendine bırakın. Siz sadece kendinize bakın. Bunu söylemden sorumluluktan kaçın anlamını çıkartmayın. Ama sizin kişilik sınırlarınızı aşacak, özgürlüğünüzü uç noktada tehdit edecek şekilde de davranmayın.
              Sevgiyle kalın.

15 Ekim 2018 Pazartesi

SENİNLE BAŞLAMADI






Kader çizgimizi belirleyen dört ana unsur var: Ruhsal düzey, geçmiş düzey, öz-inanç düzeyi ve genetik düzey. Genetik düzeyde, atalarımızdan getirilen inançlar, karmalar mevcuttur. Aile ağacından getirilen inançlar, karmalar DNA’mıza eklenir. Bu yüzden hangi ailede doğduğumuz kader çizgisi açısından baktığımızda belirleyicidir. Tabi ruhsal olarak yaptığımız bu seçimin tekamül açısından ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Travmaları, inançları atalarımızdan miras aldığımız artık bilimsel olarak kanıtlanan bir şey. “Epigenetik” olarak adlandırılan bu durumu önümüzdeki günlerde daha da sık duyacak gibiyiz.
Aslında bu yeni bir düşünce, bakış açısı değil. Dini öğretilerde ve edebiyatta da üzerinde durulan bir konu. Bir edebiyat akımı olan "Naturalizm" de bu konu üzerinde durulmuş ve bu akımı benimseyen yazarlar, eserlerinde bu düşünceyi vurgulamışlardır. Kaldı ki o dönemde bu konuda yapılan bilimsel deney vs. de mevcut değildi. Demek oluyor ki, bu konu yeni fark edilen, incelenen bir şey değil. Halit Ziya Uşaklıgil de edebiyatımızdaki en önemli eserlerden biri olan"Aşkı-ı Memnu" adlı romanında, genetik geçişin insan karakteri ve kaderi üzerindeki etkilerine değinmiştir. Bu konuda bir başucu kitabı olan "Seninle Başlamadı" kalıtsal aile travmalarının kim olduğumuza, hayatımıza etkilerini ve bununla ilgili sorunların üstesinden gelebilmenin yollarını farklı tekniklerle anlatıyor. Kitap, teorik bilgilerin yanı sıra, kişiyi sorunların çözümü ile ilgili pratiklere yönlendiriyor. Bu tür sorunların çözümünde kullanılan ve günümüzde de oldukça yaygın bir hale gelen “aile dizimi” çalışması da oldukça etkili bir yöntem. Bu yönteme kitabın bir uzantısı olarak bakmak mümkün. İyi okumalar…

29 Eylül 2018 Cumartesi



“Zoe”, son yıllarda  seyrettiğim en çarpıcı filmlerden biri. Yapay zekanın ulaşabileceği üst sınırı zorlayan, içinde farklı bakış açıları barındıran bir yapım. Film boyunca, kendinize en çok sorduğunuz soru –ki sürekli soru halinde oluyorsunuz zaten- şu oluyor : İnsana, insani özellikleri kazandıran gerçekte nedir.? Konu sadece bu değil tabi. Filmde aşk, yalnızlık, etik sınırlar vs. gibi birçok konuya da değinilmiş.
“Zoe”, yapay zeka ile ilgili daha önce seyrettiğim filmlerden birçok yönüyle ayrılıyor. En dikkat çekici husus ise insanın kabulde zorlandığı; terk edilme, ayrılma ya da yalnızlık gibi duygulardan onu korumak için kişiye özel partner olabilecek sentetik insanların yaratılması. Bu, her ne kadar basit bir düşünce olarak görülse de aslında çok önemli bir nokta. Burada; acıdan, duygulardan diğer bir ifadeyle benim çok önemsediğim deneyimden kaçma adına, gerçek olmayan bir hayatı yaşama ön plana çıkıyor. Risk almadan, kendine alan açmadan yaşamak… Aslına bakarsanız şimdi de öyle değil mi.? Kaçımız gerçek kimliklerimizle hareket ediyoruz; gerçeği maskelemiyoruz veya inkar etmiyoruz.? Sosyal medyaya bakmak bile bunu anlamak için yeterli. Sanal bir alemde kendimize yapay bir gerçeklik oluşturuyoruz. Film bu durumu bir üst sınıra taşımış sadece.
Filmde, bu riski minimuma indirmek için oluşturulan bir sistem -yapay zeka-aracılığıyla, çiftlerin birbirleriyle uyumlu olup olmadığı konusunda da tespit yapılıyor. Diğer bir ifadeyle insan kendi seçimlerini kendi eliyle yarattığı bir makineye teslim ediyor. Burada, kişinin kendi mutluluğu-mutsuzluğu konusunda sorumluluktan kaçma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Hayatımızın sorumluluğunu %100 almamız gerekirken, biz bunu farklı yollardan başka kişilere ve olaylara yüklüyoruz. Çünkü insanın kendisi ile yüzleşmesi ve kabule geçmesi, deneyimlerinin sorumluluğunu alması belki de dünyadaki en zor şeylerden biri. Oysa hayatımızın anlamlı kısmını oluşturan şeyler, deneyimimizin sorumluluğunu aldığımız durumlar ve bunlardan çıkarttıklarımızın sonucunda öğrendiklerimizdir.
Diğer taraftan yazının başında bahsettiğim sorunun cevabı da filmde işlenen ana konulardan biri. Nereden bakarsanız bakın, aslında insana insani özellikleri kazandıran duygularıdır. Düşünce bile duygunun yanında ikinci planda kalıyor aslında. Gerçekte bizi yöneten duygularımız. Filmde özellikle aşk duygusunun bile belli sınırlar içinde ve yapay  şekilde yaşanacak bir hal aldığını görüyoruz. Nedense gelecek ile ilgili bu tür filmler hep distopya türünde. Belki de insan, kendine ve içindeki iyiliğe, doğruluğa inanmalı artık.
Filmde insan olmanın güzelliği ve değerine de vurgu var tabi. Sentetik insanlar gerçek insanların hislerine, bedenlerine, düşüncelerine ve tepkilerine özeniyorlar. Bu vurgu bana “Melekler Şehri” filmini hatırlattı. Öte yandan, filmde bu, ironik bir şekilde kullanılmış. Bir taraftan insan olmanın, insani duygulara sahip olmanın özelliği ve güzelliği vurgulanırken, diğer yandan da insana acı veren, onu sarsan duygulardan korumak için sentetik insanların yaratımı var. Aslında bu insanın doğal yapısına da güzel bir örnek. Tüm bunların dışında gözden kaçırmamamız gereken husus şu diye düşünüyorum: İnsan olmanın asıl özelliği deneyimlemek ve öğrenmek sonra öğrendiklerine göre seçimlerini değiştirmek tekrar deneyimlemek tekrar öğrenmek… Bu doğal döngüyü kırmaya çalışmaktan daha korkunç ne olabilir ki.?
Bunun yanı sıra dikkatimi çeken ve alttan alta kendini hissettiren bir vurgu daha var :Yaratılış ve Yaratanın bilmediğimiz, kavrayamadığımız bir nedenle  insanı yaratması ve dünyaya göndermesi ile ilgili bencillik…Buna göre insan, bu acı dolu ve korunmasız hissettiği dünyada olmayı hak etmiyor. Hatta her şey bir oyunda oyuncak olmaktan ibarettir belki de... Öncelikle belirteyim ki ben aynı fikirde değilim bu şekilde düşünenlerle. Ayrıca kurgulanan senaryoda bu bilinçli bir vurgu mu yoksa bilinçaltına ötelenen bir duygu-düşüncenin yansıması mı bilemiyorum ama ben izlerken bunu hissettim. Bu düşünce tarzı genellikle yapay zekayı ya da sentetik insanları anlatan filmlerde ön planda. Matrix, Bulut Atlası Machina, Ex Machina -izlemenizi şiddetle tavsiye ederim- gibi filmlerde bu düşünceyi açık olarak görebilirsiniz. 13.Kat adlı filmde de buna benzer bir vurgu var ama orada konu biraz daha spesifik.
Duygularınızı özgürce ifade ettiğiniz  ve deneyimlerinize sahip çıktığınız bir hayat yaşamanız dileğiyle iyi seyirler…

5 Eylül 2018 Çarşamba

HEDEF ve BAŞARI




        Hedef ve başarı birbirinden ayrılmaz iki unsur. Genel olarak hedeflerimize ne kadar ulaştığımızla ilgili olarak başarımızı ölçüyoruz. Bu, yaşamımızın hemen her alanında böyle. Diğer taraftan başarı ile ilgili olarak kodladığımız birçok kök inancımız var ve bunların uçları da güven, öz güven, öz saygı gibi temel değerlere kadar uzanıyor. Bu yüzden seçtiğimiz hedeflerin isabetli olması büyük önem taşıyor. Peki hedeflerimizi belirlerken nelere dikkat etmeliyiz.?
            Öncellikle hedeflerimizin altında yatan gerçek amacı iyi bilmeliyiz. Çünkü bu amaç, bizi motive edecek en önemli şeydir. Hedefinize ulaşmak sizi hangi açıdan tatmin eder.? Hangi duygunuza karşılık gelir.? Başarmanın altında yatan ego tatmini olabilir mi.? Bu soruları kendinize sorun. Öte yandan, hedefiniz içsel kaynaklı mı yoksa dışsal bir itme gücüyle mi oluşuyor, bunu da test etmeniz gerekir. Örneğin; bir işi yapmaya karar verdiğinizde burada sizi motive eden sevdiğiniz, mutlu olduğunuz, tatmin gücü yüksek bir iş yapma isteği mi yoksa çevrenizi, ailenizi vs. memnun etmek durumu ya da onlardan onay alma iç güdüsü mü.? İçsel kaynaklı hedeflerin bizi mutlu ettiğini ve başarma gücümüzü arttırdığını söylememe gerek yok sanırım. Kısaca ulaşılırlığının  anlamlılığı açısından, hedefin altında yatan asıl amaç önemlidir.
            Hedef belirleme konusunda diğer bir ölçüt de hedefinizin ne kadar gerçekçi ve inandırıcı olduğudur. Bu noktada hayal ile hedefi birbirine karıştırmamak gerekir. Sonuç itibariyle elma fidanı dikip, armut meyvesi almayı beklemek pek de akla yatkın bir hedef olmaz. Demek istemiyorum ki, “Ben bunu yapamam”, “Buna gücüm yetmez”, “Hedefim çok uzak, başarmam imkansız” şeklinde düşünün. Sadece gerçekliğe uygun olup olmadığını şartlar açısından bir test edin. Tabi burada gözden kaçırmamanız gereken bir şey daha var. Bazen hedefiniz size uzak ve başarılması zor gelebilir. Bazen de bu duruma toplumun ön yargılarının sizin üzerinizdeki baskısı eklenebilir. Kendi kök inançlarımız ve aileden getirdiklerimiz de bu düşünce üzerinde önemli rol oynar.O zaman kendimize şunu sorabiliriz.Benim oluşturduğum hedefin gerçekliğini belirleyen ne.? Burada dışsal unsurlar mı ön planda, içsel belirleyiciler mi.? Bu soruyu  sormak da sizi bir nebze fikir sahibi yapacaktır.
         Hedefinizi belirlerken; onun net, ölçülebilir, anlaşılır, olumlu ve planlanabilir olup olmadığı gibi konulara dikkat edin.Hedefinize ulaşırken hangi yolu izleyeceksiniz.? Bunu belirlemeye çalışın. Bazen hedef size çok uzakta görünebilir. Böyle hissediyorsanız hedefi aşamalı parçalara bölebilirsiniz. Böylece hem hedefinizden uzaklaşmazsınız hem de zorluğu/büyüklüğü açısından umutsuzluğa düşmezsiniz.
            Hedefinizi belirledikten sonra en önemli aşamalardan birine geçmeniz gerekir: Eylem adımlarınızı planlamak ve hayata geçirmek. Hedefiniz belirleyip, onun kendi kendisine olmasını beklemek mantık dışı olur. Elbette deneyiminize göre işinizi kolaylaştıracak veya katkı sağlayacak şeyler olacaktır ama bırakın bunu akış belirlesin. Siz planınızı yapın. Önem ve öncelik sırasına göre adımları planlayıp, bu adımları bir zaman şablonuna oturtun ve akışın getirdiği durumlara göre esnek olup revize edin. Unutmayın ki, en önemli şey burada eyleme geçmektir. Evren eyleme geçeni destekler. Hedefinizi sağlıklı bir şekilde belirlerseniz ve eyleme geçerseniz başarı kaçınılmazdır.
          Hedefinizde net olun. Evren daima netliği sever. Hedefiniz netlik kazanınca istediğiniz şeyi gözünüzde canlandırın. Görüntüler, beyninizin yaratıcılığı düzenleyen sağ lobuna ulaştıkları için, imgelemek temel koşullardan biridir. Hedefinizin gerçek olması konusunda kuşku beslemeyin. Olacaklar konusunda olumlu düşünün. İmgelediğiniz ve inandığınız bir durumun gerçek  olma olasılığı çok yüksektir. Her şey enerji, düşünce de öyle ve düşüncenin gerçekliği yaratma gücü var. Tabi eylemi de yanına alarak. Sevgiyle kalın…

18 Ağustos 2018 Cumartesi

KENDİ HAYATIMIZA ODAKLANMAK






Günümüzde, sosyal medyanın etkisinin insan hayatında en üst düzeye ulaşması, sosyal ağlara ulaşımın kolaylaşması ile birlikte insanların özel hayatını bir nev’i  kamuya açık şekilde yaşadığını gözlemliyoruz. Bir yönüyle bunu avantaj olarak görebiliriz. Akrabalarımızın, dostlarımızın, tanıdığımız insanların hayatında olan bitenlerden haberdar olma şansımız oluyor. Böylece bağımız kopmuyor. Bu durumun dez avantajları da var tabi. Hemen belirteyim ki, ben sosyal medyanın insan üzerindeki  avantaj ve dez avantajları üzerine bir tespit yapacak değilim. Ancak  kendi hayatımızı başkalarının hayatı ile kıyaslama konusu bu bağlamda çok önemli  diye düşünüyorum. Asıl değinmek istediğim konu da bu zaten. Teknolojiye erişimi olan bir insan –bu sayı dünyada azımsanmayacak kadar çok- günün ortalama 2-3 saatini sosyal medyada, genellikle de sosyal ağlarda geçiriyor.
Günlük hayatımızı düşündüğümüzde bu zaman oldukça fazla. Özellikle sosyal ağlardaki paylaşımlara baktığımızda genel olarak herkes mutlu, her şeye sahip. Gidilen bir yer-etkinlik, yenilen yemekler, birlikte vakit geçirilen sevgili, eş, dost.. vs. anbean göz önünde. İster istemez insan kendi hayatını diğer insanların hayatıyla kıyaslama yoluna gidiyor. Paylaşılan genellikle mutlu anlar olunca kendi hayatımızda bu kadar mutlu olup olmadığımızı düşünüyoruz. Aslında sanal alem bir ilizyon ama insanlar daima görünene inanmaya meyilli. Biz kendi hayatımızın realitesini en ince ayrıntısına kadar bildiğimiz, onunla yaşadığımız için kendimizi sürekli mutlu, harika ya da her şeye sahip hissetmemiz zor. Çünkü tekamül için geldiğimiz dünyada böyle bir şey yok. Olsa tekamül olmaz zaten. Tabi huzur gibi istikrar yaratan bir duyguya sahip olmak ayrı. O, her şeyi dengede tutuyor. Bu da kolay kazanılan bir durum değil. Çaba gerektiriyor.  Bu bağlamda   bir kendi hayatımıza bakıyoruz bir de başkalarının hayatına ve biz de olmayan şeylere odaklanıyoruz.
Aslında bu gayet doğal bir durum. Çünkü insan genel yapı itibariyle kendinde olmayan şeyleri görmeye daha yatkın. Bu boşu boşuna verilen bir özellik değil. Kişinin gelişimi ve bulunduğu noktayı fark etmesi için bir parametre olabilir ama kesinlikle ölçülü kullanıldığı takdirde. Tüm bunlar bir tarafa, doğru olan bizim kendi hayatımıza odaklanmamız. Biz seçimlerimizle bu dünyadayız. Herkes kendi ruh planına göre yaşıyor ve tekamül ediyor-veya edemiyor-. Öğrendiklerimiz, deneyimlerimiz bizi şekillendiriyor, hayatımız buna göre düzenleniyoruz ve mevcut duruma göre tekrar deneyim geliyor. Tekamülün doğası bu ve herkes kendi planına uygun seçimler yapıyor. Dünyada olma nedenimiz bu zaten.
Tüm bunların ışığında çevremizden etkilenmeden kendimize sormalıyız: Ben ne için buradayım.?, Benim yaşam amacım ne.?, Bu amacımı nasıl gerçekleştiririm.?. Bu sorular size farkındalık alanı da açacaktır. Burada önemli olan, bu sorulara çevremizden bağımsız olarak cevap verebilmek. Diğer bir ifadeyle hayatımızın merkezine kendimizi koymak. Oturun liste yapın. Sizi neler mutlu-mutsuz ediyor.? Yaşamdan beklediğiniz nedir.? Mesela 10 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz, yaşam amacınıza göre kendinizi gerçekleştirebiliyor musunuz.? Bu süre zarfında neleri yapmak ya da yapmamak sizi mutlu-mutsuz eder.? Bir nev’i yaşam yolunuzu keşfedin, yaşam haritanızı belirleyin. Sonra  bırakın akış sizi götürsün. Sadece en iyi, en yüce şekilde yaşamak ve tekamül etmek için niyet edin. Niyetinize “kolaylıkla öğrenmek istiyorum.”ifadesini eklemeyi unutmayın. Olumlu düşünün ve bu yolda hayatınızdaki iyi ve güzel şeylere odaklanın. Kıyastan kaçının. 
           Kızım Nehir puzzle yapma konusunda oldukça usta. Ben ona parça bulmak ve ayırmak konusunda çıraklık ediyorum. Zor bir puzzle yaptığında ben hiç bitmeyecek, parçaları bulup tamamlayamayacağız diye endişe duyarım. Ama o daima çok sakindir. Önce kolay olanları bulur, şekli oluşturur. Resim ortaya çıktıkça zorlar olan parçalar geride kalır ve daha kolay bulunur. Bir süre sonra da bütün ortaya çıkar. Hayat da böyledir. Tıpkı bir puzzle gibi. Biz önce elimizde olanlara odaklanmalıyız. Puzzle da bulunması, yapılması zor parçalar gibi yaşadığımız hayatta da bizi zorlayan, eksikliğini hissettiğimiz, aradığımız  şeyler olacaktır. Ancak biz bu yüzden bütünü, elimizde olanı gözden kaçırmamalıyız. Bu zor noktalar bizim tekamül ettiğimiz, geliştiğimiz yerlerdir. Herkesin hayat resmi birbirinden farklıdır. Mikro olarak insanın kendi hayat resmi varken, makro olarak bu resimlerin birleşimi de hepimizin ortak resmi olan bütünü ortaya çıkarır. Tekamül için geldiğimiz bu dünyada öğrenmemiz gerekenler, yaşadıklarımız, deneyimlerimiz diğer insanlarla aynı olmayacaktır ama tamamen bağımsız da değildir. Bu ilişkiyi iyi kurmak gerekir. Unutmayalım ki, biz bir bütünün parçalarıyız ve iyi olan bir şey hepimiz için iyidir aslında. Kötü olan bir şey  mutlaka bizi de etkiler; “kelebek etkisi” misali.  Sevgiyle kalın…