24 Aralık 2018 Pazartesi

ŞAHANE HAYAT



            Her yeni yıl, yeni kararlar almak, hayatımızı gözden geçirmek için harika bir fırsattır. Hayatım boyunca hep böyle düşünmüşümdür, yeni yılı bir başlangıç noktası olarak…  Böyle düşünmemde etkili olan şeylerden biri de 1946 yapımı “Şahane Hayat” filmi sanırım. Kendimi bildim bileli sinemaya meraklıyımdır. Bu filmi seyrettiğimde de oldukça küçüktüm diye hatırlıyorum ve filmin verdiği mesaj beni çok etkilemişti.  O zamandan beri her yıl, yılbaşı öncesi mutlaka bu filmi izlerim. Öncelikle söylemeliyim ki, şekle ve kompozise edilen kültüre değil, içeriğe odaklanın. Film insanın değeri ve dünyada bulunma sebebi ile ilgili harika mesajlar veriyor. Bu her öğretide ve kültürde kabul edilen bir şey zaten. Filmi bu yönüyle değerlendirin, dini bir bayramın kutlanması vs. şeklinde değil. Kaldı ki, bu durum filmde mesajın çok gerisinde kalıyor. Şekle takılıp içeriği gözden kaçırmayın derim.
            Bana göre “Şahane Hayat” Frank Capra’nın en iyi filmi. Sanırım sinema çevreleri ve eleştirmenler de bu konuda hemfikirdir. Ayrıca filmdeki başrol oyuncusu James Stewart da benim favori oyuncularımdan biri olmuştur hep. Hemen belirteyim ki, benim için Hitchcock filmleri vazgeçilmezdir ve bu filmlerin en iyilerinde başrol oyuncusu James Stewart’dır. Bu durum da beğenimde büyük bir etki yapmıştır diye düşünüyorum.
            Filmde insanın rastgele dünyaya gelen bir varlık olmadığı, bir misyonun olduğu konusuna vurgu yapılıyor. Burada kod ve desen farkına değinip geçmek istiyorum. Farkında olmasak da makro anlamda ortak bir planı gerçekleştirirken, mikro olarak da tekamüllerimiz açısından birbirimize görünmez iplerle bağlıyız. “Entropi” kavramıyla da bunu açıklamak mümkün aslında. “Merkezde ve Dengede Kalmak” adlı yazımda bu kavram üzerinde ayrıntılı olarak durmuştum. Dilerseniz blog sayfamdan ve web sitesi üzerinden yazımı okuyabilirsiniz.
            Diğer taraftan, bu film kader ve alternatif evren ile ilgili filmlerin de babası sayılır. Bu açıdan da önemini belirtmek isterim. Filmde kaderin ne olduğu, insanın hayatını nasıl etkilediği ve oluştaki önemi üzerinde duruluyor. Yine kader bağlamında, oluşta değişen küçücük bir şeyin bile bütünü nasıl etkilediğine değiniliyor.“Kelebek Etkisi” vb. gibi filmlerden bunu hatırlarsınız. Bu açıdan da yenilikçi bir film. Alternatif evren mantığı da burada devreye giriyor aslında.
            Çekildiği döneme göre olağanüstü bir film “Şahane Hayat”. Oyunculuk, kurgu verdiği mesaj benzersiz bence. Eleştirilecek noktalar da yok mu? Var elbette. "Hayatını başka insanların hayatı için feda edenler yüce varlıklardır" anlayışı bana pek uygun değil. Kişinin önceliği belli sınırlar içinde daima kendisi olmalıdır. Kendisini sevmeyen, ön plana koymayan, sınırlarını koruyamayan insan ne kendini ne de başkalarını mutlu edebilir. Bu demek değil ki, ben her şeyin merkezi olmalıyım, hep kendimi düşünmeliyim. Hayır, söylemek istediğim bu değil. Ben sadece insanın kendi sınırlarını ihlal edecek şekilde dengeyi bozmaması gerektiğini düşünüyorum. Hayat bize bir hediye olarak verilmişken bunu kabul etmemek, kendini geri plana atarak mutlu olmamak bir kayıp değil mi? Bir insanın kaderinin oluşumunda bile nasıl bir emek var bir düşünün. Akıl almaz bir insan ve olay ağı... Öte yandan, filmde eleştirdiğim bu durum, "iyi insanlar ödüllendirilir" şeklindeki anlayışla kısmen de olsa dengelenmiş.  
            Yeni yılda kendinizin ve sevdiklerinizin değerini daha iyi anlamanız ve mucizelerle dolu bir yıl geçirmeniz dileğiyle iyi seyirler. Sevgiyle kalın.

9 Aralık 2018 Pazar

ÖZGÜRLÜK VE SORUMLULUK




            Özgürlük ve sorumluluk hayatımızda çok önemli yeri olan iki kavram. Bu iki kavramın birbiriyle zıt düştüğü, kesiştiği noktalarda başımıza ne büyük dertler açıldığını kendi hayatlarımızdan biliyoruz.
            Özgürlük-sorumluluk dengesi bozulduğunda, hayatımız da yavaş yavaş raydan çıkar. İşimizde, özel ilişkilerimizde, aile yaşamımızda, arkadaşlık, dostluk bağında da bu kural değişmez. Özgürlük ve sorumluluk bizi ayakta tutacak şekilde dengede olmalıdır.
            Hepimizin hayatında çözümlenmemiş şeyler vardır. Huzur ve dengede yaşamak için zıt eğilimleri birleştirmeyi amaçlarız. Böylece dengeyi bulmaya gayret ederiz. Farkındaysanız denge kelimesini çok kullanıyorum. Çünkü bu kavramları uzlaştıracak tek şey kuracağımız dengedir.
            En geniş anlamıyla sorumluluk, bir insan ya da durum karşısında uygun tepkiyi gösterme becerisidir. Özgürlük ise temel anlamda herhangi bir bağlılığa karşıyken, sorumluluk ise bunun tam tersi gibi görünebilir gözümüze. Oysa ki, hem özgürlüğümüzü, kendi sınırlarımızı korumak hem de sorumluluklarımızı yerine getirmek mümkün. Hatta bunun çok kolay ve zevkli olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki bu, insana inanılmaz  özgüven kazandıran bir durum. Sorumluluk, bizim hayat yolculuğumuz içinde üzerimize düşen görevleri yerine getirmemizi sağlar. Aynı zamanda bizi hayatın içinde aktif tutan bir unsurdur. Sanırım hiçbir işimiz ve sorumluluğumuz olmasa, hayattan kopar ya da kendimize olmadık sorumluluklar icat ederiz. Bu, insanın doğasında var.
            Diğer taraftan, değersizlik, yetersizlik duygusu taşıyan ve sürekli olarak kabul edilme, onaylanma kaygısı olan insanlar, tatmin duygusunu yaşayabilmek için özgürlüklerinin sınırlarını çiğneyip/çiğnetip bu dengeyi aleyhlerine olacak şekilde bozabiliyorlar. Tabi zorunlulukların olduğu durumlar da var. Elbette bu durumları göz ardı etmiyorum. Bu istisnai durumlarda yapılacak en iyi şey mevcut durumu kabullenip, varsa alternatif çözümlere ve deneyimin altında egemen olan duyguya odaklanmak. Diğer bir ifadeyle deneyimin asıl kaynağına…
            Bunların dışında kişi kendi sınırlarını koruyor, karşısındaki kişilerin sınırlarına riayet ediyorsa özgürlük-sorumluluk dengesinin bozulması çok olası değil. Bu sınırı korumak konusunda ise bize yardımcı olan şeylerin başında “Hayır” kelimesi geliyor. Tabi bu kelimeyi her önünüze gelen yerde kullanın demiyorum. Dengeyi kurabilen sınırı da fark eder zaten. Hayatımızda önemli yer kaplayan iki kelimenin  -evet/hayır- hakkını verin lütfen. Asıl sihir bu iki kelimede.
        İlişkilerde de en çok sıkıntı bu iki kelimenin yerinde kullanılmamasından  kaynaklanıyor aslında. İlişkilerimizi yürütmek , yalnız kalmamak, dışlanmamak vs. gibi bir çok şey için özgürlüğümüzden taviz verebiliyoruz. Bu dengeyi koruyamamaktan korktuğu için partner ilişkisinden kaçınan insanların sayısı hiç de az değil. Bu durumu salt partner ilişki açısından da düşünmemek gerekir. Arkadaşlık, ebeveyn , eş , çocuk , iş vb. ilişkilerde de söz konusu kavramlar birbirinden bağımsız gibi görünse de aslında aynı mantık çerçevesinde işliyor.
          Özgürlük, yaratanın insan bahşettiği en güzel duygulardan biri. Tüm dini öğretilerde/öğretilerde üç aşağı beş yukarı insanın özgürlüğüne  üstüne basa basa vurgu yapılır.Kişi seçimlerinde özgürdür ve bunu göre değerlendirilir.Çünkü burada da  önemli olan insanın kendisine ve diğer insanlara olan sorumluluğunu özgür seçimleri çerçevesinde ne kadar yerine getirip getirmediğidir. Deneyim bu yolla oluşur ve paha biçilmezdir.
         Öte yandan bir insana kendi özgürlük sınırını aşacak şekilde sorumluluk yüklenmesi ya da bir insanın bu ölçüde sorumluluk alması bir nev’i seçim hakkının kısıtlanması anlamına gelir. Bu da her öğretide şiddetle karşı çıkılan bir durumdur. Zira bu durum tekâmüle engel teşkil eder.
            Her insanın tekamül etmek/gelişmek için bir ruh planı vardır. Siz kendi özgürlük alanınızı çizin ve bu sınırı aşmayacak şekilde gereken sorumluluklarınızı yerine getirin. Bırakın insanların ne düşündüğünü. Mutlu ve  huzurlu olup olmadığınızı bilecek tek kişi sizsiniz. Herkesin deneyimini kendine bırakın. Siz sadece kendinize bakın. Bunu söylemden sorumluluktan kaçın anlamını çıkartmayın. Ama sizin kişilik sınırlarınızı aşacak, özgürlüğünüzü uç noktada tehdit edecek şekilde de davranmayın.
              Sevgiyle kalın.

15 Ekim 2018 Pazartesi

SENİNLE BAŞLAMADI






Kader çizgimizi belirleyen dört ana unsur var: Ruhsal düzey, geçmiş düzey, öz-inanç düzeyi ve genetik düzey. Genetik düzeyde, atalarımızdan getirilen inançlar, karmalar mevcuttur. Aile ağacından getirilen inançlar, karmalar DNA’mıza eklenir. Bu yüzden hangi ailede doğduğumuz kader çizgisi açısından baktığımızda belirleyicidir. Tabi ruhsal olarak yaptığımız bu seçimin tekamül açısından ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Travmaları, inançları atalarımızdan miras aldığımız artık bilimsel olarak kanıtlanan bir şey. “Epigenetik” olarak adlandırılan bu durumu önümüzdeki günlerde daha da sık duyacak gibiyiz.
Aslında bu yeni bir düşünce, bakış açısı değil. Dini öğretilerde ve edebiyatta da üzerinde durulan bir konu. Bir edebiyat akımı olan "Naturalizm" de bu konu üzerinde durulmuş ve bu akımı benimseyen yazarlar, eserlerinde bu düşünceyi vurgulamışlardır. Kaldı ki o dönemde bu konuda yapılan bilimsel deney vs. de mevcut değildi. Demek oluyor ki, bu konu yeni fark edilen, incelenen bir şey değil. Halit Ziya Uşaklıgil de edebiyatımızdaki en önemli eserlerden biri olan"Aşkı-ı Memnu" adlı romanında, genetik geçişin insan karakteri ve kaderi üzerindeki etkilerine değinmiştir. Bu konuda bir başucu kitabı olan "Seninle Başlamadı" kalıtsal aile travmalarının kim olduğumuza, hayatımıza etkilerini ve bununla ilgili sorunların üstesinden gelebilmenin yollarını farklı tekniklerle anlatıyor. Kitap, teorik bilgilerin yanı sıra, kişiyi sorunların çözümü ile ilgili pratiklere yönlendiriyor. Bu tür sorunların çözümünde kullanılan ve günümüzde de oldukça yaygın bir hale gelen “aile dizimi” çalışması da oldukça etkili bir yöntem. Bu yönteme kitabın bir uzantısı olarak bakmak mümkün. İyi okumalar…

29 Eylül 2018 Cumartesi



“Zoe”, son yıllarda  seyrettiğim en çarpıcı filmlerden biri. Yapay zekanın ulaşabileceği üst sınırı zorlayan, içinde farklı bakış açıları barındıran bir yapım. Film boyunca, kendinize en çok sorduğunuz soru –ki sürekli soru halinde oluyorsunuz zaten- şu oluyor : İnsana, insani özellikleri kazandıran gerçekte nedir.? Konu sadece bu değil tabi. Filmde aşk, yalnızlık, etik sınırlar vs. gibi birçok konuya da değinilmiş.
“Zoe”, yapay zeka ile ilgili daha önce seyrettiğim filmlerden birçok yönüyle ayrılıyor. En dikkat çekici husus ise insanın kabulde zorlandığı; terk edilme, ayrılma ya da yalnızlık gibi duygulardan onu korumak için kişiye özel partner olabilecek sentetik insanların yaratılması. Bu, her ne kadar basit bir düşünce olarak görülse de aslında çok önemli bir nokta. Burada; acıdan, duygulardan diğer bir ifadeyle benim çok önemsediğim deneyimden kaçma adına, gerçek olmayan bir hayatı yaşama ön plana çıkıyor. Risk almadan, kendine alan açmadan yaşamak… Aslına bakarsanız şimdi de öyle değil mi.? Kaçımız gerçek kimliklerimizle hareket ediyoruz; gerçeği maskelemiyoruz veya inkar etmiyoruz.? Sosyal medyaya bakmak bile bunu anlamak için yeterli. Sanal bir alemde kendimize yapay bir gerçeklik oluşturuyoruz. Film bu durumu bir üst sınıra taşımış sadece.
Filmde, bu riski minimuma indirmek için oluşturulan bir sistem -yapay zeka-aracılığıyla, çiftlerin birbirleriyle uyumlu olup olmadığı konusunda da tespit yapılıyor. Diğer bir ifadeyle insan kendi seçimlerini kendi eliyle yarattığı bir makineye teslim ediyor. Burada, kişinin kendi mutluluğu-mutsuzluğu konusunda sorumluluktan kaçma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Hayatımızın sorumluluğunu %100 almamız gerekirken, biz bunu farklı yollardan başka kişilere ve olaylara yüklüyoruz. Çünkü insanın kendisi ile yüzleşmesi ve kabule geçmesi, deneyimlerinin sorumluluğunu alması belki de dünyadaki en zor şeylerden biri. Oysa hayatımızın anlamlı kısmını oluşturan şeyler, deneyimimizin sorumluluğunu aldığımız durumlar ve bunlardan çıkarttıklarımızın sonucunda öğrendiklerimizdir.
Diğer taraftan yazının başında bahsettiğim sorunun cevabı da filmde işlenen ana konulardan biri. Nereden bakarsanız bakın, aslında insana insani özellikleri kazandıran duygularıdır. Düşünce bile duygunun yanında ikinci planda kalıyor aslında. Gerçekte bizi yöneten duygularımız. Filmde özellikle aşk duygusunun bile belli sınırlar içinde ve yapay  şekilde yaşanacak bir hal aldığını görüyoruz. Nedense gelecek ile ilgili bu tür filmler hep distopya türünde. Belki de insan, kendine ve içindeki iyiliğe, doğruluğa inanmalı artık.
Filmde insan olmanın güzelliği ve değerine de vurgu var tabi. Sentetik insanlar gerçek insanların hislerine, bedenlerine, düşüncelerine ve tepkilerine özeniyorlar. Bu vurgu bana “Melekler Şehri” filmini hatırlattı. Öte yandan, filmde bu, ironik bir şekilde kullanılmış. Bir taraftan insan olmanın, insani duygulara sahip olmanın özelliği ve güzelliği vurgulanırken, diğer yandan da insana acı veren, onu sarsan duygulardan korumak için sentetik insanların yaratımı var. Aslında bu insanın doğal yapısına da güzel bir örnek. Tüm bunların dışında gözden kaçırmamamız gereken husus şu diye düşünüyorum: İnsan olmanın asıl özelliği deneyimlemek ve öğrenmek sonra öğrendiklerine göre seçimlerini değiştirmek tekrar deneyimlemek tekrar öğrenmek… Bu doğal döngüyü kırmaya çalışmaktan daha korkunç ne olabilir ki.?
Bunun yanı sıra dikkatimi çeken ve alttan alta kendini hissettiren bir vurgu daha var :Yaratılış ve Yaratanın bilmediğimiz, kavrayamadığımız bir nedenle  insanı yaratması ve dünyaya göndermesi ile ilgili bencillik…Buna göre insan, bu acı dolu ve korunmasız hissettiği dünyada olmayı hak etmiyor. Hatta her şey bir oyunda oyuncak olmaktan ibarettir belki de... Öncelikle belirteyim ki ben aynı fikirde değilim bu şekilde düşünenlerle. Ayrıca kurgulanan senaryoda bu bilinçli bir vurgu mu yoksa bilinçaltına ötelenen bir duygu-düşüncenin yansıması mı bilemiyorum ama ben izlerken bunu hissettim. Bu düşünce tarzı genellikle yapay zekayı ya da sentetik insanları anlatan filmlerde ön planda. Matrix, Bulut Atlası Machina, Ex Machina -izlemenizi şiddetle tavsiye ederim- gibi filmlerde bu düşünceyi açık olarak görebilirsiniz. 13.Kat adlı filmde de buna benzer bir vurgu var ama orada konu biraz daha spesifik.
Duygularınızı özgürce ifade ettiğiniz  ve deneyimlerinize sahip çıktığınız bir hayat yaşamanız dileğiyle iyi seyirler…

5 Eylül 2018 Çarşamba

HEDEF ve BAŞARI




        Hedef ve başarı birbirinden ayrılmaz iki unsur. Genel olarak hedeflerimize ne kadar ulaştığımızla ilgili olarak başarımızı ölçüyoruz. Bu, yaşamımızın hemen her alanında böyle. Diğer taraftan başarı ile ilgili olarak kodladığımız birçok kök inancımız var ve bunların uçları da güven, öz güven, öz saygı gibi temel değerlere kadar uzanıyor. Bu yüzden seçtiğimiz hedeflerin isabetli olması büyük önem taşıyor. Peki hedeflerimizi belirlerken nelere dikkat etmeliyiz.?
            Öncellikle hedeflerimizin altında yatan gerçek amacı iyi bilmeliyiz. Çünkü bu amaç, bizi motive edecek en önemli şeydir. Hedefinize ulaşmak sizi hangi açıdan tatmin eder.? Hangi duygunuza karşılık gelir.? Başarmanın altında yatan ego tatmini olabilir mi.? Bu soruları kendinize sorun. Öte yandan, hedefiniz içsel kaynaklı mı yoksa dışsal bir itme gücüyle mi oluşuyor, bunu da test etmeniz gerekir. Örneğin; bir işi yapmaya karar verdiğinizde burada sizi motive eden sevdiğiniz, mutlu olduğunuz, tatmin gücü yüksek bir iş yapma isteği mi yoksa çevrenizi, ailenizi vs. memnun etmek durumu ya da onlardan onay alma iç güdüsü mü.? İçsel kaynaklı hedeflerin bizi mutlu ettiğini ve başarma gücümüzü arttırdığını söylememe gerek yok sanırım. Kısaca ulaşılırlığının  anlamlılığı açısından, hedefin altında yatan asıl amaç önemlidir.
            Hedef belirleme konusunda diğer bir ölçüt de hedefinizin ne kadar gerçekçi ve inandırıcı olduğudur. Bu noktada hayal ile hedefi birbirine karıştırmamak gerekir. Sonuç itibariyle elma fidanı dikip, armut meyvesi almayı beklemek pek de akla yatkın bir hedef olmaz. Demek istemiyorum ki, “Ben bunu yapamam”, “Buna gücüm yetmez”, “Hedefim çok uzak, başarmam imkansız” şeklinde düşünün. Sadece gerçekliğe uygun olup olmadığını şartlar açısından bir test edin. Tabi burada gözden kaçırmamanız gereken bir şey daha var. Bazen hedefiniz size uzak ve başarılması zor gelebilir. Bazen de bu duruma toplumun ön yargılarının sizin üzerinizdeki baskısı eklenebilir. Kendi kök inançlarımız ve aileden getirdiklerimiz de bu düşünce üzerinde önemli rol oynar.O zaman kendimize şunu sorabiliriz.Benim oluşturduğum hedefin gerçekliğini belirleyen ne.? Burada dışsal unsurlar mı ön planda, içsel belirleyiciler mi.? Bu soruyu  sormak da sizi bir nebze fikir sahibi yapacaktır.
         Hedefinizi belirlerken; onun net, ölçülebilir, anlaşılır, olumlu ve planlanabilir olup olmadığı gibi konulara dikkat edin.Hedefinize ulaşırken hangi yolu izleyeceksiniz.? Bunu belirlemeye çalışın. Bazen hedef size çok uzakta görünebilir. Böyle hissediyorsanız hedefi aşamalı parçalara bölebilirsiniz. Böylece hem hedefinizden uzaklaşmazsınız hem de zorluğu/büyüklüğü açısından umutsuzluğa düşmezsiniz.
            Hedefinizi belirledikten sonra en önemli aşamalardan birine geçmeniz gerekir: Eylem adımlarınızı planlamak ve hayata geçirmek. Hedefiniz belirleyip, onun kendi kendisine olmasını beklemek mantık dışı olur. Elbette deneyiminize göre işinizi kolaylaştıracak veya katkı sağlayacak şeyler olacaktır ama bırakın bunu akış belirlesin. Siz planınızı yapın. Önem ve öncelik sırasına göre adımları planlayıp, bu adımları bir zaman şablonuna oturtun ve akışın getirdiği durumlara göre esnek olup revize edin. Unutmayın ki, en önemli şey burada eyleme geçmektir. Evren eyleme geçeni destekler. Hedefinizi sağlıklı bir şekilde belirlerseniz ve eyleme geçerseniz başarı kaçınılmazdır.
          Hedefinizde net olun. Evren daima netliği sever. Hedefiniz netlik kazanınca istediğiniz şeyi gözünüzde canlandırın. Görüntüler, beyninizin yaratıcılığı düzenleyen sağ lobuna ulaştıkları için, imgelemek temel koşullardan biridir. Hedefinizin gerçek olması konusunda kuşku beslemeyin. Olacaklar konusunda olumlu düşünün. İmgelediğiniz ve inandığınız bir durumun gerçek  olma olasılığı çok yüksektir. Her şey enerji, düşünce de öyle ve düşüncenin gerçekliği yaratma gücü var. Tabi eylemi de yanına alarak. Sevgiyle kalın…

18 Ağustos 2018 Cumartesi

KENDİ HAYATIMIZA ODAKLANMAK






Günümüzde, sosyal medyanın etkisinin insan hayatında en üst düzeye ulaşması, sosyal ağlara ulaşımın kolaylaşması ile birlikte insanların özel hayatını bir nev’i  kamuya açık şekilde yaşadığını gözlemliyoruz. Bir yönüyle bunu avantaj olarak görebiliriz. Akrabalarımızın, dostlarımızın, tanıdığımız insanların hayatında olan bitenlerden haberdar olma şansımız oluyor. Böylece bağımız kopmuyor. Bu durumun dez avantajları da var tabi. Hemen belirteyim ki, ben sosyal medyanın insan üzerindeki  avantaj ve dez avantajları üzerine bir tespit yapacak değilim. Ancak  kendi hayatımızı başkalarının hayatı ile kıyaslama konusu bu bağlamda çok önemli  diye düşünüyorum. Asıl değinmek istediğim konu da bu zaten. Teknolojiye erişimi olan bir insan –bu sayı dünyada azımsanmayacak kadar çok- günün ortalama 2-3 saatini sosyal medyada, genellikle de sosyal ağlarda geçiriyor.
Günlük hayatımızı düşündüğümüzde bu zaman oldukça fazla. Özellikle sosyal ağlardaki paylaşımlara baktığımızda genel olarak herkes mutlu, her şeye sahip. Gidilen bir yer-etkinlik, yenilen yemekler, birlikte vakit geçirilen sevgili, eş, dost.. vs. anbean göz önünde. İster istemez insan kendi hayatını diğer insanların hayatıyla kıyaslama yoluna gidiyor. Paylaşılan genellikle mutlu anlar olunca kendi hayatımızda bu kadar mutlu olup olmadığımızı düşünüyoruz. Aslında sanal alem bir ilizyon ama insanlar daima görünene inanmaya meyilli. Biz kendi hayatımızın realitesini en ince ayrıntısına kadar bildiğimiz, onunla yaşadığımız için kendimizi sürekli mutlu, harika ya da her şeye sahip hissetmemiz zor. Çünkü tekamül için geldiğimiz dünyada böyle bir şey yok. Olsa tekamül olmaz zaten. Tabi huzur gibi istikrar yaratan bir duyguya sahip olmak ayrı. O, her şeyi dengede tutuyor. Bu da kolay kazanılan bir durum değil. Çaba gerektiriyor.  Bu bağlamda   bir kendi hayatımıza bakıyoruz bir de başkalarının hayatına ve biz de olmayan şeylere odaklanıyoruz.
Aslında bu gayet doğal bir durum. Çünkü insan genel yapı itibariyle kendinde olmayan şeyleri görmeye daha yatkın. Bu boşu boşuna verilen bir özellik değil. Kişinin gelişimi ve bulunduğu noktayı fark etmesi için bir parametre olabilir ama kesinlikle ölçülü kullanıldığı takdirde. Tüm bunlar bir tarafa, doğru olan bizim kendi hayatımıza odaklanmamız. Biz seçimlerimizle bu dünyadayız. Herkes kendi ruh planına göre yaşıyor ve tekamül ediyor-veya edemiyor-. Öğrendiklerimiz, deneyimlerimiz bizi şekillendiriyor, hayatımız buna göre düzenleniyoruz ve mevcut duruma göre tekrar deneyim geliyor. Tekamülün doğası bu ve herkes kendi planına uygun seçimler yapıyor. Dünyada olma nedenimiz bu zaten.
Tüm bunların ışığında çevremizden etkilenmeden kendimize sormalıyız: Ben ne için buradayım.?, Benim yaşam amacım ne.?, Bu amacımı nasıl gerçekleştiririm.?. Bu sorular size farkındalık alanı da açacaktır. Burada önemli olan, bu sorulara çevremizden bağımsız olarak cevap verebilmek. Diğer bir ifadeyle hayatımızın merkezine kendimizi koymak. Oturun liste yapın. Sizi neler mutlu-mutsuz ediyor.? Yaşamdan beklediğiniz nedir.? Mesela 10 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz, yaşam amacınıza göre kendinizi gerçekleştirebiliyor musunuz.? Bu süre zarfında neleri yapmak ya da yapmamak sizi mutlu-mutsuz eder.? Bir nev’i yaşam yolunuzu keşfedin, yaşam haritanızı belirleyin. Sonra  bırakın akış sizi götürsün. Sadece en iyi, en yüce şekilde yaşamak ve tekamül etmek için niyet edin. Niyetinize “kolaylıkla öğrenmek istiyorum.”ifadesini eklemeyi unutmayın. Olumlu düşünün ve bu yolda hayatınızdaki iyi ve güzel şeylere odaklanın. Kıyastan kaçının. 
           Kızım Nehir puzzle yapma konusunda oldukça usta. Ben ona parça bulmak ve ayırmak konusunda çıraklık ediyorum. Zor bir puzzle yaptığında ben hiç bitmeyecek, parçaları bulup tamamlayamayacağız diye endişe duyarım. Ama o daima çok sakindir. Önce kolay olanları bulur, şekli oluşturur. Resim ortaya çıktıkça zorlar olan parçalar geride kalır ve daha kolay bulunur. Bir süre sonra da bütün ortaya çıkar. Hayat da böyledir. Tıpkı bir puzzle gibi. Biz önce elimizde olanlara odaklanmalıyız. Puzzle da bulunması, yapılması zor parçalar gibi yaşadığımız hayatta da bizi zorlayan, eksikliğini hissettiğimiz, aradığımız  şeyler olacaktır. Ancak biz bu yüzden bütünü, elimizde olanı gözden kaçırmamalıyız. Bu zor noktalar bizim tekamül ettiğimiz, geliştiğimiz yerlerdir. Herkesin hayat resmi birbirinden farklıdır. Mikro olarak insanın kendi hayat resmi varken, makro olarak bu resimlerin birleşimi de hepimizin ortak resmi olan bütünü ortaya çıkarır. Tekamül için geldiğimiz bu dünyada öğrenmemiz gerekenler, yaşadıklarımız, deneyimlerimiz diğer insanlarla aynı olmayacaktır ama tamamen bağımsız da değildir. Bu ilişkiyi iyi kurmak gerekir. Unutmayalım ki, biz bir bütünün parçalarıyız ve iyi olan bir şey hepimiz için iyidir aslında. Kötü olan bir şey  mutlaka bizi de etkiler; “kelebek etkisi” misali.  Sevgiyle kalın…
                       

25 Haziran 2018 Pazartesi

"GASLİGHT" ve BENLİK ALGISI



 “Sabah güneş doğduğunda, bazen gecenin olduğuna inanmak çok zordur.”
1944 yapımı “Gaslight” uzun zamandır hakkında yazmak istediğim bir film. Filmin senaryosu bir tiyatro oyunundan alınmış. Başrollerinde Hollywood’un en güzel artistlerinden biri olan Ingrid Bergman ile Charles Boyner yer alıyor. Her ne kadar Bergman en dikkat çekici artist olarak görünse de filmi götüren, sürükleyen Boyner ve hizmetçi kız rolünü üstlenen Angela Lansbury’un göz dolduran oyunculukları.
“Gaslight” sıradan bir gerilim filmi gibi görünse de içinde dikkate değer birçok konu ve kavram barındırıyor. İlk göze çarpan da kendin olmak ve kişilik bütünlüğü sanırım.
Hayatı travmalarla dolu bir kız olan Bergman, kendine bir hayat kurup, yeni bir başlangıç yapmak için aşık olduğu adam olan Boyner’le evleniyor. Boyner'in isteği üzerine de yaşamak için Bergman'ın çocukluğunun geçtiği ve çok da hoş anıların olmadığı eve yerleşiyorlar. İlk başlarda her şey normal giderken bir süre sonra Boyner'in kendi amacına ulaşmak için-amacı söylemiyorum tabi ki- Bergman’ın üzerinde psikolojik baskı yarattığını, onu manipüle ettiğini görüyoruz. Zaten hayatında yıkıcı travmalar yaşamış olan Bergman zaman geçtikçe özgüvenini kaybediyor ve kişilik bütünlüğü bozulmaya başlıyor. Bu da yalnızlığı ve tecriti getiriyor tabi. Bunu gören Boyner baskının şiddetini gittikçe arttırıyor. Kurban psikolojisine giren Bergman kendisini ayakta tutmak ve destek görmek için daha fazla taviz veriyor ve verdiği her taviz onu biraz daha benlik kaybının eşiğine getiriyor. Filmi seyredeceğinizi farz ederek daha fazla ipucu vermeyeceğim.
Burada can alıcı nokta; dış unsurlara karşı kişilik bütünlüğümüzü koruyup, kendimizi merkezde tutabilmek. Biz diğer insanların düşündükleri değiliz, söyledikleri de…Şayet buna izin verirsek bir süre sonra bize ait olmayan bir başkasının hayatını yaşamaya başlarız. Tabi ki bu çoğu zaman söylendiği kadar kolay olmuyor. Ancak bu, yaşamamız ve kendimiz olmamız için vazgeçilmez bir gereklilik. Bunu sağlamak için kendimize dışarıdan bakma yeteneğimizi geliştirmeliyiz. Böylece hem dıştan gelen söylemleri dinleyebilir  hem de kişilik bütünlüğümüzü bozmadan, kendi içimize dönüp tarafsız olarak kendimizi değerlendirebiliriz. Bunun için en iyi teknik anda kalabilmek. Anda kaldığımızda olaylara ve kendimize dışarıdan bakar böylece gerçeklikten kopmak yerine gerçeğin sahibi oluruz. Unutmayalım ki, evrendeki her enerji gözlemlendiğinde değişir ve gerçek haline geri döner.
“Gaslight” psikoloji alanında da kullanılan bir terim aslında. Çıkış noktası da bu film diyebiliriz. Bu terim içinde önemli bir imge de barındırıyor. Filmde gaz lambasının kısılmasıyla birlikte gerçeklik olduğu halden çıkıp, çarpık bir hayale dönüşüyor. Gazın açılmasıyla ise eski haline geri dönüyor. Bu durum filmde çarpıcı bir metafor olarak kullanılmış diye düşünüyorum. Işıkların yanıp sönmesinin yarattığı imge-his; aydınlık/karanlık–gerçeklik/hayal ilişkisinin arasına ustalıkla oturtulmuş.
Film hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan geniş bir yorum alanına sahip. Kişinin; ailesi, arkadaşları,toplum tarafından hedeflenen amaca uygun manipüle edilmesi ve zamanla kurban mantığına bürünmesi az görülür bir durum değil. Bireyin kendi gerçekliğinde kalmayıp, kişilik bütünlüğü gibi -buna bir sürü ekleme yapabiliriz- tartışılmaması gereken şeyler konusunda karşı tarafa taviz vermesi ve en sonunda da bunun sebebini kendisi olarak görmesi sadece bir paradoksa yol açar. Bu zamanla kişinin kendi kendini manipüle etmesine kadar varır. Kaldı ki, hiçbir sebep olmaksızın kendinden kaçmak, içine bakıp sorunlarıyla, deneyimleriyle yüzleşmemek asıl manipülasyondur ve kişiyi dışarıdan gelen istismara açan gerçek durum da budur.
Kendi gerçekliğinizde kalıp, kendinizi sabote etmeden istediğiniz gibi bir hayat yaşamanız dileğiyle sevgiler…




25 Mayıs 2018 Cuma

SIRLAR BOHÇASI




            Hayatın akışı içinde insanın kendisiyle, diğer insanlarla ve dış unsurlarla iletişimini sağlayan birçok yol var. İletişimi sadece sözlü olarak sınırlandırmak çok dar bir bakış açısı olur. Diyebiliriz ki, insanın farkında olmasını sağladığı  sürece her şey bir iletişim yolu sayılabilir. Sadece insanlarla da sınırlı tutmamak gerekir tabi. Tüm varlıklar birbiriyle iletişim içinde. Hayatın devamlılığı ve devinimi  için gerekli ve hayati bir unsur iletişim.
            En önemli iletişim yollarından biri de semboller hiç kuşkusuz. Bugün size tanıtacağım kitabın da sloganı : “Hayat sembollerle konuşur.” şeklinde. Sembol başlı başına bir dildir. Sembolü sadece bir şeyi simgelen klasik işaretler şeklinde algılamamak lazım. Olaylar, yaşadıklarımız ve algıladıklarımız da farklı şekillerdeki semboller olarak hayatımızda yer alıyor. Rüyalarımız bile sembollerle konuşur aslında. Bilinçaltının bizimle farklı bir dille, sembollerle konuşmasıdır rüyalar. Bir nev’i dıştan içe bakmaktır sembolleri yorumlamak.
            Sanat dünyasında da yapılandırıcı  yeri olan bir kavramdır sembol. Tüm sanat dalları alıcıya göndermek istedikleri mesajları semboller aracılığıyla iletir. Kaldı ki, her alanda etkili bir yoldur sembol kullanmak. Bunu din, toplum, iş yaşamı, kitlesel hareketleri yönetme vs. birçok alanda rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz.
            Yazar kitabında bu konu ile ilgili detaylı bir inceleme yapmış. Yer yer kendi hayat felsefesiyle de sembol kavramını harmanlayıp özdeşleştiriyor. Renkler, sayılar, çiçekler, meyveler, hayvanlar, mistik semboller vs. pek çok sembolün anlamını ve kullanımını gözler önüne seriyor.
            Diğer taraftan, sembolleri doğru olarak okuyabilme; hem yaşadıklarımızı ve çevremizi doğru olarak anlamlandırma hem de çıkarttığımız anlam doğrultusunda hayatımızı yeniden yönlendirme açısından büyük fayda sağlar. Bu açıdan bakıldığında kitabın önemi daha da iyi anlaşılıyor.
            “Sırlar Bohçası” titizlikle yazılmış bir başucu kitabı. İçinde birçok sembole yer verilmiş. Bu size birdenbire fazla bilgi yüklenmişsiniz hissi verebilir.  Bu nedenle kitabı okurken sadece şimdiye kadar dikkatinizi çeken semboller üzerinde yoğunlaşacaksınız muhtemelen. Ancak “Sırlar Bohçası” hayatınız boyunca karşınıza çıkan her sembolde açıp bakacağınız bir kaynak. Hayatın size verdiği mesajları görmeniz ve doğru okumanız dileğiyle…

13 Mayıs 2018 Pazar

SUYUN SESİ



Bugün size yılın bol oscarlı filmi “Suyun Sesi’nden bahsetmek istiyorum. Öncelikle belirtmeliyim ki, alt okuması oldukça fazla, çarpıcı bir fim “Suyun Sesi”. Tabi yönetmeninin bol canavarlı filmlerin yaratıcısı olan Guillermo Del Taro olması hayli enteresan bir tablo çıkarıyor karşımıza.
Söylemeliyim ki, filmdeki kahramanlar birbirleriyle kıyaslandığında oldukça ironik bir durum ortaya çıkıyor.Filmdeki kadın kahraman Elsa ne kadar sıradan - hatta sokakta görsek dönüp bakmayacağımız- bir tipse erkek kahraman da bir o kadar sıra dışı ve alışılmadık. Diğer taraftan Guillermo filmin senaryosunu Elsa için yazdığını söylemiş. Yazının ilerleyen bölümünde Elsa’nın taşıdığı özelliklere baktığımızda bu çok isabetli geliyor.
Filmin ana konusu sevgi olmakla birlikte satır aralarında birçok konu barındırıyor. Sevgi,aşk,farklılıklar,ötekileştirme,insani değerler, yalnızlık, cinsellik vs.
Filmin kadın kahramanı –hatta ben ona baş kahramanı diyeceğim- Elsa konuşma engeli olan biri. Kendine ait küçük bir dünyası ve sıradan bir hayatı var. Tıpkı kendisi gibi. Ancak filmin ilerleyen karelerinde aslında bunun hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Tabi daha fazla ayrıntıya girmeyip, sizi filmi heyecanla izleme zevkinden mahrum bırakmayacağım.
Filmdeki en önemli vurgu sevgi üzerine. İnsan tüm farklılıklara, imkansız gibi görünen tüm şartlara rağmen –ki benim sözlüğümde imkansız kelimesi mevcut değil- birbirini koşulsuzca sevebilir mi.? Ben bunu kendi adıma deneyimledim. Sanırım bu yüzden filmde kendimden de bir parça buluyorum. Film ilerledikçe siz de bu soruyu kendinize sormaya başlıyorsunuz. Eminim bu soruya herkesin cevabı farklı olacaktır. Neden derseniz; duyguların, kavramların tanımları üzerine insanlar arasında ortak bir anlaşma olduğu gibi aslında herkes kendi perspektifinden yorumlar her şeyi.
Yoğun duygular içeren filmde cinsellik de eksik değil tabi. Bu, Elsa üzerinden o kadar doğal anlatılıyor ki, tabu olmaktan çıkıveriyor bir anda. Ayrıca birbirini seven iki varlık arasında sevginin, paylaşmanın ve bütünleşmenin en güzel, en doğal hali olarak ortaya çıkıyor.
Bu durum hem yumurta hem de su imgesiyle destekleniyor. Su tıpkı rahim gibi hayatın başladığı yer aslında. Bilimsel açıklamalar ve birçok öğretiye göre de hayat su ile başlar. Anne karnına düşmemiz bile suyun sayesindedir. Yine yumurta da hem cinsellik hem de yaşamın başlangıcı ile ilgili, yaşam için önemli bir sembol.
Buradan filmde kullanılan, hemen her karede yer alan su imgesine değinmek istiyorum. Yukarıda da bahsettiğim gibi su hayatla, yaratımla ilgilidir. Su olmadan hiçbir şey olmaz. Bunun yanı sıra çok önemli bir arınma aracıdır. Filmde bu yönde kullanıma çok rastlamıyoruz.
Diğer taraftan su bilinçaltını temsil eder. Bir nev’i duygularla ilgilidir. Suyun altı derinlerde sakladığımız kayıtların tutulduğu yerdir. O yüzden suyun altında yaşan canlılar bilinçaltı ile ilişkilendirilir. Filmde de Elsa’nın aşık olduğu farklı türden varlık normalde suyun altında yaşıyor. Filmin gidişatında bu noktanın atlandığını sanmıyorum.
Filmde hakim olan renk olan mavi renk aynı zamanda suyun rengi olarak da kullanılmış. Biliyoruz ki, suyun bir rengi yok  ama yansıtma özelliği var. Guillermo filmlerinde belirgin olarak bir renk kullanan bir yönetmen. Renklerin simgesel gücünden yararlanıyor. Burada “mavi”yi içsel huzur, masumiyet ve umut olarak kullandığını düşünüyorum. Ayrıca mavi iletişimin de rengi. Bu açıdan önemli. Elsa’yı gözlemlendiğimizde kendi içinde bir bütüne ulaşmış, kolay akan bir enerjisi olan biri olarak karşımıza çıktığını görüyoruz.
Ötekileştirme de filmde ön planda olan konulardan biri. Filmdeki karakterler genel olarak toplumdan farklı kişiler. Elsa duyma engeli olan biri. Farklı türden olan varlık için zaten söyleyecek bir şey yok. Elsa’nın en yakın dostu bir eşcinsel vs. Bu kişilerin hepsi hor görülüyor ve dışlanıyorlar. Burada yönetmenin bu duruma karşı titiz bir eleştirisinin olduğunu görüyoruz. Aslında burada farklı bir şey daha var. İnsanlar gerçekle yüzleşmekte zorlandıklarında hayal güçlerine sığınıyorlar. Orada her şey yolunda ve mümkün. Yönetmenin “Pan’ın Labirenti” filminde de aynı durumu görüyorum. “Pan’ın Labirenti” seyrettiğim en iyi filmlerde biri. Bu arada yönetmenin birbirine en çok benzeyen filmleri “Pan’ın Labirenti” ve “Suyun Sesi”dir herhalde. Bitiş şekilleri bile benzer.
Değinmeden geçemeyeceğim. Filmde dikkat çeken konulardan biri de kadının gücü ve cesareti. “Suyun Sesi” gerçekle masalın karışımı görsellikle de desteklenen harika bir film. Masal yönünden bakıldığında bir farklılık göze çarpıyor. Klasik masallarda  -Pamuk Prenses, Sinderella, Kurbağa Prens vs.- hep bir erkeğin kadını kurtardığını ve hayata döndürdüğünü görüyoruz. Oysa bu filmde durum oldukça farklı. Sonu için konuşmuyorum çünkü oradaki vurgu farklı bir şeye işaret ediyor. Öte yandan filmin gerçeklikle bağlantısı yönünden de bu algının yıkıldığını görüyoruz. Suyla ve yumurtayla dişil enerjinin desteklendiği formatta durumun farklı olması da beklenemezdi zaten.
            Bakış açınıza farklılık getirmesi dileğiyle iyi seyirler.



7 Mayıs 2018 Pazartesi

MERKEZDE VE DENGEDE KALMAK






          Çoğumuz istiyoruz ki, yaşamımız belli bir düzen dahilinde olsun, konfor alanımızın dışına hiç çıkmayalım. Ancak ne evrenin kanunları ne de spiritüel kanunlar böyle bir düşünceyi destekliyor.
          Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki, evrende her şey aslında kaotik bir yapıya sahip. Diğer taraftan bu düzensizlik kendi içinde bir düzen yaratıyor. Burada karşımıza “entropi” denilen bilimsel bir kavram çıkıyor. En yalın anlamıyla entropi bir maddenin düzen yaratmak için kendi enerjisini dağıtmasıdır. Diğer bir ifadeyle evrenin düzensizliği çoğaltmak için düzen cepheleri yaratmasıdır. Buna verilebilecek en basit örneklerden biri brokoli. Kızım Nehir sayesinde evimizde eksik olmayan çok iyi bildiğim bir sebze. Brokoli biraz önce bahsettiğim evrendeki düzensizliği destekleyen en iyi örneklerden biri aslında. Takip edilemez gibi görünen kıvrımları, dalları, ayrıntıları var. Daha yakından bakıldığında ise “fraktal” dediğimiz belli bir alan içinde sıralanmış bir düzen oluşturan geometrik şekiller görülür.
            Durum böyleyken yaşamımızın belli bir çizgide gitmesini beklemek boş ve anlamsız bir hale geliyor. Çünkü ruhun yolculuğunda kendisi ve dünya ile ilişkilerini düzenleyen spiritüel yasalar evrenin yasalarından bağımsız değil. Her şey bir bütün ve birbirine bağlı. Rastgele dünyaya gelmiş bir varlık olduğumuzu düşünmek ve başımıza gelenleri bir tesadüf gibi değerlendirmek bu noktada geçerliliğini yitiriyor. Burada kod ve desen farkına da sadece değinip geçmek istiyorum.
         Bu açıdan baktığımızda yaşadığımız onca şeyin bir anlamı olduğunu görebiliriz. Deneyimlerimiz ilahi planla kendi ruh planımızın birleşme noktasında bir düzen yaratıyor aslında. Farkında olmasak da ortada kendimizin ve birbirimizin gelişimini destekleyen bir ortak bir plan var.
     Söylemek kolay ama başımıza gelen birçok olayı bu doğrultuda kabullenmek zor diyebilirsiniz. Diyebilirim ki, kendimle ilgili olarak kabullenme –dönüşüm yoluna girdiğimde ilk zamanlar çok zorlandım. Çünkü yaşadıklarımın sorumluluğunu almak istemiyor, sürekli yaratıcıyı, insanları ve şartları suçluyordum. Zaman ilerledikçe ve kendimle çalışma yolunda istikrarlı, kararlı davrandıkça deneyimlerimin sorumluluğunu almaya, kabullenmeye  başladım. Bu da dönüşümü beraberinde getirdi. Burada şunu hemen belirteyim ki, bu bitmeyecek bir süreç ve benim de yolculuğum devam ediyor.      
            Diğer taraftan bu süreç bana çok yararlı bir şey daha öğretti: Ne olursa olsun kendi merkezimde ve dengede kalmak. Deneyimi yaşamak ama aynı zamanda farkındalığını kaybetmemek (mindfulness). Kimi zaman bu zorlayıcı olabilir ama zamanla yaşam tarzınız halini geliyor. Yaşadıklarımız konusunda hissetiklerimiz çok normal. Hissi inkar etmenin, yok saymanın anlamı yok. Kabullenme ve anlamlandırma açısından da önemli zaten. Önemli olan kabullenme noktasında farkındalığın doğması. Bir süre sonra ikisini ayrı olarak değerlendirip aynı zamandan tek düzlemde görebiliyorsunuz. Deneyimleri iyi-kötü olarak sınıflandırmamız da doğru bir bakış açısı değil. İyi- kötü diye bir şey yok aslında. Bizim gelişmemiz, büyümemiz için gerekli olan neyse o oluyor.
       Farkındalık noktasında deneyimi kabullenip dengede ve merkezde kalmaya en güzel örnek fırtına sanırım. Doğa olaylarına ilgisi olanlar bilirler. Bir fırtınada en sakin, en dingin nokta fırtınanın merkezidir. Yaşam oyununda deneyimlediğimiz  her olayda -ki bu her türlü deneyim ve duygu için geçerli- merkezde kalıp gözlemlemek duruma verebileceğimiz en güzel cevaptır. Dikkat ederseniz tepki demiyorum. Cevap ile tepki arasında büyük bir fark var çünkü. Tepki bilinçsiz bir davranıştır. Savunma veya saldırma amaçlı yönlendirilir. Dengeyi de bozan budur zaten. Cevap da  ise enerji olanı yapıcı bir şekilde içselleştirmek için kullanılır. Burada kabullenme ve sorumluluk vardır.
 Sonuç olarak her şey entropiyi kullanarak enerjisini paylaşıyor ve farklı bir şeye hizmet ediyor. Daima kendi merkezinizde ve dengede kalmanız dileğiyle sevgiler…

1 Mayıs 2018 Salı

SPİRİTÜEL YASALAR



        Biliyoruz ki, dünyada her şey kendi etkinlik alanı içinde bir yasaya tabidir ve bu çerçevede işler, gerçekleşir. Bu durum bizim kendimizle olan ilişkimiz ve hayata karışırken diğer insanlarla olan etkileşimimiz için de geçerlidir. Bu yasalara spiritüel yasalar diyoruz.
            Evren yasalar üzerine kuruludur. Bizler bir olayı anlamlandırırken  bile sebep-sonuç ilişkisi kurarız ve buna göre yorum yaparız. Farkında olmasak da her şeyi yasalar çerçevesinde değerlendiririz. Bu demektir ki, ruhumuzla ve hayatla irtibatımıza ilişkin yasaları iyi bildiğimiz ve bu yasaları etkin kullandığımız ölçüde yaşamla ve kendimizle uyum içinde olabiliriz. Gerçek huzur ve mutluluğu yakalamamız büyük ölçüde buna bağlıdır.
            Şöyle düşünelim; hayat akıp giden bir nehir ve biz bu nehre karışmaya çalışan su yollarıyız. Bu yol bizim yaşam yolumuz ve ana kaynakla bağlantımızın kesilmemesi gerekir. Bütünle, hayatın kendisiyle bir olmak için bu akış sürekli ve kesintisiz olmalı. Akışta kalmak da bu demek  zaten. Düşünün, bu akış  sekteye uğradı ne olur.? Bir kere ana yaşam kaynağına ulaşamayız ve kirlenmeye, bulanmaya başlarız. Tabi bu mecazi anlamda bir yaklaşım.  Bunun yanı sıra hayatın genel akışı süreklidir çünkü bu da bir yasaya bağlanmıştır. Bu nedenle bir süre sonra da akışın tıkandığı yerde biriken su taşar; hem kendi kontrolünü kaybeder hem de çevreye zarar vermeye başlar.  Akış zaten doğaldır, bir çaba gerektirmez. Bu yüzden kendimizi akışa bırakmak  ve ritmi bozmamak gerekir.
            Diana Cooper bu noktada önemli spiritüel yasalara ve bu yasaların nasıl işlediğine değiniyor. Yazar bizi akışta tutacak ve büyük kaynakla, herkesle bir olmaya yardımcı olacak önemli bilgiler veriyor. Kitabı bitirdiğinizde kendinize ve hayata karşı farklı bir bakış açısı kazanıyorsunuz.
            Kendi yolunuzu bulmanız, anda ve akışta kalmanız dileğiyle iyi okumalar.

15 Nisan 2018 Pazar

SEN DEĞİŞTİĞİNDE GELECEĞİN DE DEĞİŞİR





Zaman zaman hepimizin aklına gelen bir sorudur  kader çizgisinin  ne şekilde tarif edilebileceği. Kader çizgisini belirleyen  seçimlerimiz midir? Yoksa bize çizilen yolda mecburi bir istikamet mi? Ben de uzun yıllardır bu sorunun cevabını arayanlardanım. Cevabı ararken hem değiştim, hem de geliştim. Çünkü bu yolda attığım her adım, beni farkındalık noktasında bir üst seviyeye taşıdı.
Uzun zamandır kendimle yaptığım çalışmalardan çıkarttığım sonuç  kader çizgisinin önceden belirlenen bazı hususları olmakla beraber, hayatımızın biraz da seçimlerimizle yönlendirildiği şeklinde. Bu konuda olabilecek geleneksel itiraza hemen açıklık getireyim: Bu durum Yaratıcı’nın olmuş veya olacakları bilme haline ters düşen bir şey değil. Biz, bize verilenlerle seçimlerimizi harmanlayarak yaratıma katılırız. Yaratıcı, bu yaratımın daima merkezinde ve bu değişeni de değişmeyeni de biliyor anlamına geliyor.
Diğer taraftan, bence  kader çizgimizi  belirleyen dört ana unsur var. Bu dört ana unsurdan ilki ve en geniş olanı ruhsal düzeydir. Yaşam büyük, ilahi bir oyundur. Bu oyunun tüm detaylarını bilmemiz mümkün değil elbette. Bu bir sır.  Oyundaki rollerimizden getirdiklerimiz ruhsal düzeyi temsil ediyor. Yaşam oyununda bizim üstlendiklerimiz, bu role uygun olarak bize çizilen yoldur. Burada Yaradanın takdirinden ve bizim kısmi seçimlerimizden bahsedebiliriz.
         İkinci olarak geçmiş düzeyi ele almak istiyorum. Yaşam parçalanmaz tek bir anın içinde sürekli devinim içinde olan bir yaratımdır. Bu düzeyi geçmiş yaşamlar olarak düşünenler de var, paralel evrenlere inananlar da. Ben paralel evrenler  olduğuna inananlardanım  şahsen. Bu durumda ilahi plana  göre öğrenmemiz gerekenleri –ki bu tekamüldür- hayatımızdaki seçenekleri tekrar tekrar değiştirerek öğreniriz. Bu devinim  bir gün çember tamamlanıp  sıfır noktasına ulaşıncaya kadar devam eder. Dediğim gibi bu da yaratımın bir sırrı. Burada bir de kolektif bilinçten getirdiklerimizden bahsedebiliriz. Sonuç itibariyle, hepimiz bir toplumun, insanlığın parçasıyız.
            Diğer bir düzey ise, genetik düzeydir. Bu düzeyde atalarımızdan getirilen inançlar, karmalar mevcuttur. Aile ağacından getirilen inançlar, karmalar DNA’mıza eklenir. Bu yüzden hangi ailede doğduğumuz kader çizgisi açısından baktığımızda belirleyicidir. Tabi bu seçimin tekamül açısından önemi olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Travmaları,  inançları atalarımızdan miras aldığımız artık bilimsel olarak kanıtlanan bir şey. “Epigenetik” olarak adlandırılan bu durumu önümüzdeki günlerde daha da sık duyacak gibiyiz.
          Kaderimize yön veren son düzey ise öz-inanç düzeyidir. Bu düzey anne karnında düştüğümüz andan itibaren edindiğimiz inançlar, yerleşen hislerden oluşur.
            Bu dört düzeyin harmanlanması ve eklenen diğer unsurlar  büyük ölçüde bizim kaderimizi oluşturur. Bu durumda diyebiliriz ki; bir insanın tekamülü için en uygun koşullar yaradan tarafından belirlenir. Burada insanın da kısmi olarak seçim hakkı vardır.
          Gelelim bizim seçimlerimizi nasıl değiştireceğimize  ve kader çizgisini  nasıl yönlendireceğimize. En önemli ve etkili yolun dua olacağı tartışmasız tabi. Bunun yanı sıra  yapılabilecek birçok çalışma var. Yukarıda da belirttiğim gibi kendimi  odak noktası belirleyerek hemen her yöntemle çalıştım. Access Bars, Thetahealing, Reiki, Ho’opopnopo, Aile Dizimi vs. Bunun yanı sıra yaşam koçluğu, nlp gibi analitik çalışmalardan da yararlandım. Hepsi işe yarıyor ama  diyebilirim ki, spritüel ve analitik çalışma gelişim ve değişim açısından en ideal olanı.
            Kendimi belli bir noktada gördükten, hissettikten sonra  bu eğitimlerden bazılarını aldım. Yaptığım çalışmalardan  öğrendiğim bir şey var ki, bende olan bir değişiklik tüm hayatı, dolayısıyla insanları etkiliyor. “Kelebek Etkisi” adlı filmi izleyenler bahsettiğim durumu daha iyi anlayabilirler. Parça- bütün ilişkisi aslında. Şöyle düşünün: suya attığınız bir taş, önce küçük bir hareket gibi görünür. Sonra bir halka halinde tüm suyun hareketini etkiler.
            Ben de buradan hareketle,  öğrendiğim bu tekniklerle  başka insanlarla da çalışmaya başladım. Başka birinde değişen bir şey aslında bende de değişiklik yaratıyor sonuç itibariyle. Kendi değişiminiz ve gelişiminiz için en iyi yolu bulmanız dileğiyle…

Not : Yaptığım çalışmalarla ilgili bilgi almak isterseniz mail yoluyla bana ulaşabilirsiniz.
Mail adresim : esnbasar@hotmail.com


6 Nisan 2018 Cuma

Hobi ve Yaşam




       Modern zaman diye adlandırdığımız bu dönemde, hepimiz bitmek tükenmek bilmeyen bir koşuşturma içindeyiz. Nadiren durup kendimizin farkında olabiliyoruz. Hem fiziksel hem de zihinsel olarak çok yoruluyoruz. Aslında bu durumun bir panzehiri var: Hobi edinmek.
          Hobi edinmenin önemi, gerekliliği her zaman konuşulan bir konu. Buna rağmen insanların bu konuda çok fazla çaba göstermediklerini görüyorum. Hobi edinmek en genel anlamıyla kişinin asıl uğraşı dışında özel bir zaman ayırarak dinlendirici olarak yaptığı bir faaliyettir.
Hobimizin olması kendimize verdiğimiz önemle çok yakından ilgilidir. Çünkü sevdiğimiz,bizi geliştirecek bir şey için zaman ayırmak, bir anlamda kendimize değer vermek, kendimizi  önemsemektir. Eşimizi, sevgilimizi, çocuklarımızı, ailemizi, arkadaşlarımızı, iş yerinde birlikte çalıştığımız insanları önemsiyor, onlara zaman ayırıyoruz. Ama konu kendimize geldiğinde hep geri planda kalıyoruz.  Tabi bu genel tablo için söylediğim bir şey.
      Peki neden sahip olduğumuz yaşamı içgüdüsel olarak kuvvetle sürdürmeye çalışırken, bilinçsizce kendimizi arka plana atıyoruz.? Bunu bir düşünün. Bu hayat bizim ve yaşamımızın  odak noktası  olması gereken kişi biziz. Biz kendimizi iyi hissedersek, kendimizi  önemser ve kendimize değer verirsek insanlara bunu içten bir şekilde yansıtabiliriz. Diğer şekilde davranışlarımız  görev ve gereklilik bağlamında olabilir ancak. Evrenin yasaları var ve bu yasalardan biri alma-verme dengesiyle ilgili. Bu yasa diğer insanlarla ilişkilerimizde  olduğu gibi,  kendimizle olan ilişkimiz için de geçerli. Bu yasayı ihlal ettiğimizde evren bir şekilde bunu dengelemeye çalışacaktır. Tabi kendi yöntemleriyle.
İşte bu noktada bir hobimizin olması çok büyük önem kazanıyor. Çünkü hepimiz kişisel gelişime zaman ve para ayıramayabiliriz. Ya da  bu bizim önceliğimiz olmayabilir. Hobi ise bunu dengeleyecek zahmetsiz ve zevkli bir uğraş. Ayrıca stresimizi azaltan, gevşememizi  ve dinlenmemizi sağlayan bir şey.  Anda kalmak  için de kaçırılmaz bir fırsat.
Burada önemli olan sizin neleri sevdiğiniz, yetenekleriniz ve ilgi alanlarınız. İtirazları hemen duyar gibiyim: ’’Benim herhangi bir şeye yeteneğim yok.", “Özel olarak bir şeye  ilgi duymuyorum’’ vs. Hemen söyleyeyim;  bunlar bilincin mazeretleri. Çünkü insan beyni genel olarak yaşadığı hayat tarzını değiştirmek istemeyen bir yapıya sahip . Hepimizin bir konfor alanı var ve bunun dışına çıkmak istemiyoruz. Konfor alanından kasıt,  kendimizi güvende hissettiğimiz rutine bağladığımız hayat tarzı. Biz bunu aşmaya çalışmalıyız.
Mutlaka zevk alabileceğimiz ya da ‘’Şunu da keşke yapabilsem" dediğimiz şeyler vardır. Bunun üzerinden gidin. Kendimden bir örnek vereyim bu noktada.  İlgi alanlarım çok geniş.  Yıllardır biraz ondan,  biraz bundan yapayım derken kendime doğru düzgün bir hobi edinemedim. Durumun farkına varınca kendime bir hobi edinmeye karar verdim. Resim yapmanın  beni rahatlatacağına, kendimi ifade konusunda geliştireceğine ve mutlu edeceğine inanıyordum. Ancak Cin Ali bile çizemeyen biriydim. Açıkçası kendimden çok da umutlu değildim.  İlk dersimde biraz zorlandım ama çalıştıkça kendimde olan gelişme beni bile hayretler içinde bıraktı. Demek ki, resim yapamayacağım düşüncesi kendime koyduğum bir sınırdı. Daha doğrusu bir mazeret. Buradan hareketle diyebiliriz ki, bu konuda  hiçbir şeyden gözünüz korkmasın. Ben yaptıysam sizin yapamamanız için bir neden yok. Genel kanı budur zaten.
Hobi konusunda karşılaşılabilecek diğer bir sorun  ise zaman yaratmak. Ben bunu da bir mazeret olarak görüyorum açıkçası.  İyi bir zaman planlamasıyla bu alan size açılacaktır. Yakın dönemde zaman yönetimi ile ilgili bir çalışma yapmıştım kendim için. Acil, önemli ve gerekli olan zamanların dışında arta kalan zamanı görünce oldukça şaşırdım.
      Size önerim, oturup bir gün içinde zamanınızı nasıl kullanıyorsunuz bunun dökümünü yapmanız. Sonra kendinize ayırabileceğiniz zamanları belirlemeniz. Hafta sonu için de bunu ayrıca yapabilirsiniz.
        Diğer taraftan yeni bir şey  yaparken ilk adımı atmak  işin en zor kısmıdır genellikle. Cesaretinizi tutku ve coşkuyla harmanlayıp başlayın. Bir hobi edindiğinizde kendinizdeki değişim sizi bile şaşırtacak. Sevgiyle kalın…


24 Mart 2018 Cumartesi

Kabullenme ve Dönüşüm



Kimi zaman hayattaki en zor şeylerden biri yüz yüze olduğumuz bir gerçeği kabullenmek sanırım. Hem de tüm çıplaklığıyla…  Bazen kabullenmek için o kadar çok bekleriz, o kadar çok mazeret üretiriz ki, aslında bu gitmek istemediğimiz ama gitmeye mecbur olduğumuz bir yere bizi ulaştıracak yolda, gereksiz her sokağa girip çıkarak oyalanmak gibidir.
Oysa oraya en kısa zamanda varıp, gerçekte neyle karşılaşacağımızı görmek en doğrusudur. Kaldı ki, gerçeği kabul etmenin tuhaf bir hazzı, rahatlatıcı bir tarafı vardır. Bu demek değildir ki, “Kader böyleymiş, ne yapalım.” Söylemek istediğim şeyle, bu anlayış arasında büyük bir fark var. Gerçeği kabullenmek  yolumuzu açan, bizi hayata karşı tekrar yapılandıran bir süreçtir. Bir yanıyla umut doludur. Başka bir deyişle; kabullenme dönüşüme açılan kapıdır.
     Kabullenme aşamasından sonra yaşamımızda bir an için kendimizi olduğumuz yerde odaklıyoruz. Aslında bu nokta tam da farkındalığımızı  kazandığımız yer oluyor. Tabi bunun için farklı birçok teknik de var. Bunu ilerde yazacağım yazılarda açacağım. Sonrasında ise önümüzde yeni seçimler beliriyor. "Seçim" bir kelime gibi görünebilir ama aslında çok önemli bir kavram. "Bilinçli seçim" yapmak hayatımızı tekrar tekrar yaratmamızı ve şekillendirmemizi;  yaratımın içinde aktif rol oynamamızı sağlayan en önemli unsur. 1993 yapımı "Bugün Aslında Dündü" filmini izleyenler ifade etmek istediğim şeyi daha iyi anlayacaklardır.  
Başka bir  yazımda bu konuyu daha detaylı şekilde işleyeceğim. Sevgiyle kalın...


22 Mart 2018 Perşembe

Davranış Modelleri







Her insanın dünyaya bakış açısı birbirinden farklıdır. Bu bakış açısını bir araya getiren unsurlar yaşam hakkında oluşturduğumuz düşünceler, inançlar ve yaşadığımız  tecrübelerdir. Bunun sonucunda da her insan kendi davranış modelini oluşturur diyebiliriz.Yaşamımızı sürdürürken ve kararlarımızı alırken  kendi modelimize uygun şekilde davranırız.
            Hiçbir davranış modelini  doğru veya yanlış olarak değerlendiremeyiz. Kişi yaşam oyunu içinde onu tekrar şekillendirebilir. Yaşadıkları ve sonucunda elde ettiği tecrübe bu yönlendirmede oldukça önemli bir rol oynar.
            Meta programlar  olarak da adlandırılan bu davranış modellerini  bize hizmet edenler /bizi sınırlandıranlar olarak ikiye ayırmak analiz açısından önemlidir.
            Tespit açısından çok bilinen modeller şunlardır :

1) PROSEDÜREL – SEÇENEKÇİ
Prosedürel (Kuralcı)  insanlar yapacakları işleri, bu işe ilişkin planları daha önceden belirlerler ve  belli bir sırayla yaparlar. Genellikle planın dışına çıkmazlar ve esneklikleri azdır. Seçenekten çok yapılması gerekenler vardır onlar için.
Seçenekçiler  ise “şu anda var olan en iyi seçenek ne?” şeklinde düşünür
ve hareket ederler. Son anda karar değiştirip planlarını  bozabilirler. Anlık kararlar vermek bu modele uygun bir davranıştır.

2) PROAKTİF – YANSITAN
Proaktif insanlar eylem insanıdır. Her şeyi yapmaya hazır beklerler. Eylem odaklı olduklarından önce harekete geçip detaylar üzerinde sonra düşünmek bu insanlara özgü bir davranıştır.
Yansıtan kişiler ise bir konuda karar verip eyleme geçerken uzun bir süreç yaşarlar. Bu da eylemi geciktirip, istenilen hedefe ulaşmada sıkıntılar yaşatabilir.

3) YAKLAŞAN – UZAKLAŞAN
Yaklaşan yapıdaki insanları iyimser olarak adlandırabiliriz. Bu tip insanların  motivasyonları hoşlandıkları, kendilerini bekleyen güzel şeylerdir.
Uzaklaşan yapıdaki insanlar ise daha kötümserdirler. Bir şey yaparken veya karar verirken önlerine çıkan engellere ve olumsuzluklara odaklanabilirler.

4) BENZERLİK – FARKLILIK
Benzerlik davranış modeline sahip insanlar değişime açık değillerdir.Değişim  onlar için risk ve tehdittir.
Farklılık yapısındaki insanlarda ise  sürekli  “farklı ne yapsam?” düşüncesi hakimdir. Uzun süreli rutin işler bu kişileri zorlayabilir.


5) İÇ REFERANSLI – DIŞ REFERANSLI
İç referanslı kişiler; hayata kendi pencerelerinden bakarlar.  Bir iş yaparken başka insanların onayı onlar için çok önemli değildir.  Bir değişim olacaksa bu onların içinden gelen bir istekle olmalıdır.
Dış referanslı kişiler için ise dış onay önemli bir unsurdur.Karşılaştırma yapmayı severler. Onay uğruna kendi mutluluklarını göz ardı edip, başka insanları mutlu etme yoluna gidebilirler.

6) DETAYCI GLOBAL
Detaycı insanlar bir iş yaparken veya karar  alırken  gereksiz detaylara takılırlar. Bu yüzden bazen büyük resmi gözden kaçırabilirler. Eyleme geçme ve karar verme süreçleri de detaylar yüzünden uzayabilir.
Global tipte insanlar ise kendilerinin bildiği her şeyi diğer insanların da bildiğini varsayarlar. Bu yüzden anlaşılmak konusunda sorun yaşarlar. Detaylar değil konunun bütünü onlar için önem taşır.

İnsanı yönlendiren davranış modellerini  ele alırken en belirgin özelliklerini vermeye çalıştım. Bazı modeller sizde baskın bazıları daha zayıf olabilir. Bunu belirleyen ise  bir modelin yansıttığı özellikler açısından uca veya ortaya yakın olup olmamanızla ilgilidir. Kendinizde  bir şey değiştirmek istediğinizde bu genel özellikler üzerinde bir plan yapabilirsiniz.  Değişim için davranış modelinin altında olan inancı yakalamak ve inanç temelli bir yaklaşım uygulamak yerinde olacaktır.

Aşağıda yer alan tabloyu işaretleyerek size yakın olan davranış modellerini çıkarabilirsiniz.

PROSEDÜREL
SEÇENEKÇİ
PROAKTİF
YANSITAN
YAKLAŞAN
UZAKLAŞAN
BENZERLİK
FARKLILIK
İÇ REFERANSLI
DIŞ REFERANSLI
DETAYCI
GLOBAL

            Bu belirlemeden sonra kendinizde değiştirmek istediğiniz ya da esnetmek istediğiniz noktalar üzerinde durabilirsiniz.

            Diğer taraftan bu testi çevrenizdeki insanlara da uygulayabilirsiniz. Hangi modeller sizin için önem taşıyan insanlarla ortak.? Bu test size ilişkileriniz hakkında da bir çıkarım sağlar. Testin sonucunda iki veya ikiden az modeli paylaştığınız insanlarla ilişki problemi yaşamanız olasıdır. Kendinize ulaşmanız ve kendinizle mutlu olmanız dileğiyle sevgiler…